‘ÖLMEK ZOR İŞ’

-SURİYE’Yİ İÇERİDEN OKUMAK-

15 ve 16. yüzyılda yaklaşık yüz yıl müddetince Rumeli Beylerbeyi’nin merkezliğini yapan Sofya’da (Bulgaristan) yetişen, sadece yetiştiği ülkenin değil, İslâm dünyasının tanıdığı âlimlerden, İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nden emekli, Hayrettin Karaman, Bekir Topaloğlu başta olmak üzere Türkiye’de tanınmış birçok zevatın hocası olan Ahmet Davutoğlu’nun “Ölüm Daha Güzeldi” kitabını 1979’da okudum. Kit-San Matbaacılık tarafından neşredilen kitapta Davutoğlu, Bulgaristan Müslümanlarına, Bulgar yöneticilerinin, Belene Kampı’ndaki insanlık dışı zulmünü, menkul ve gayrimenkul mallarına el konmasını ve sürgün olaylarını, en çok da kendisine ve ailesine yapılanları anlatıyor.

Davutoğlu gibi Sinan Akyüz’de, 1992-95 yılları arasında, dünyanın gözü önünde Avrupa’nın göbeğinde yıllarca süren soykırım ve katliamı anlattığı ‘İncir Kuşları’ kitabını da yaşlı gözlerle, hüzünlü kalple okumuştum. Akyüz, kitabında her türlü imkâna ve desteğe sahip eski Yugoslavya, Bosnalı Sırplar ve Hırvatlar ile oldukça kıt imkâna ve desteğe sahip Müslüman Boşnaklar arasındaki savaşı/katliamı/soykırımı anlatıyor.

Bu iki kitabın dışında Suriyeli yazar Hâlid Halîfe’nin kaleme aldığı “Ölmek Zor İş” kitabını henüz okudum. Suriye’yi 61 yıldır demir yumrukla idare eden Baas Partisi’nin son lideri Nusayrî, narsist Beşşâr Esed’in; İran’ı, Lübnan Hizbullahı’nı ve Rusya’yı yanına alarak yaklaşık 14 yıldır kendi vatandaşına en aşağılık zulmü nasıl reva gördüğünü hayretle temaşa ettim.

Yakın tarihte üç ülkede cereyan eden haksızlığı, hukuksuzluğu ve zulmü anlatan kitaplardan bahsettim. Bu arada yaklaşık iki yıldır devam eden Gazze soykırımı ise bütün acımasızlığı ile devam ediyor. Yaşadığımız çağın en dramatik olayını/soykırımını bütün dünya, kaygı ve endişeyle izliyor/seyrediyor.

Geçmişte kötüler ve iyiler vardı, bugün de var yarın da olacaktır. Tıpkı şeytanla meleğin, Hâbil’le Kâbil’in olduğu gibi…

Geçmişte yaşamayalım ama geçmişi de unutmayalım. Suriye’de cereyan eden bir ölüm ve ölüm sonrası yaşanan defin olayından bahsedeceğim. Suriye’nin tarihî geçmişini, jeopolitik durumunu özellikle İslâm ve Müslümanlar açısından önemini belirtmeye gerek yoktur. Hassaten Dımaşk/Şam’ın; ilim dünyasındaki yerini, Bizans, Selçuklu, Memlüklü, Osmanlı için vazgeçilmez şehir olduğunu, uğrunda savaşların yapıldığını, canların verildiğini, Hâlid b. Velîd, Bilâl-i Habeşî gibi tanınan birçok sahâbenin yanı sıra Muhyiddin İbn Arabî, İbn Teymiyye gibi tarihî şahsiyetlerin de metfun olduğu mübarek bir şehirdir.

Günümüzde yukarıda saydığım özelliklerinin yanı sıra Suriye’yi önemli kılan bir diğer husus da bölgesinde olduğu gibi dünyanın da başına bela olan, birçok anlaşmazlığın ve fitnenin kaynağı; ABD ve Batının desteklediği, devşirme ve türedi Yahudi devletiyle sınır komşusu olmasıdır.

Suriye’de Beşşâr Esed, iktidarda olduğu dönemde İsrail’in yer yer saldırıda bulunmasına rağmen en ufak bir tepki vermedi/veremedi. Üstelik kendi vatandaşlarını, kendi ülkelerinde acımasızca öldüren İran’ın, Lübnanlı Hizbullah’ın ve Rusya’nın yanında olmasına rağmen.

Ahmed eş-Şara ve ekibi, iç savaşı kazanıp iktidara geldiğinde Yahudi devleti, Yahudilerin güvenliğini bahane ederek, ülkeyi işgale kalkıştı. Bir başka ifadeyle Yahudiler telaşlandı. Bunu şu husustan anlıyoruz, soykırımcı Netanyahu, bir konuşmasında “Akdeniz’de hilâfet devleti kurulmasına müsaade etmeyeceğiz!” diyerek geleceğe yönelik kaygısını dile getirdi…

Suriye’nin önemiyle ilgili, bir program için Nevşehir’e gelen ve üç gün birlikte olduğumuz rahmetli Nevzat Yalçıntaş’a “Hocam Suriye iç savaşı hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sordum. “Ahmet Bey, son derece önemli! Çok dikkat edilmeli. Eğer kontrol edilemez hale gelirse III. Dünya Savaşı dahi çıkabilir!” demişti.

Bu kısa hatırlatmaları bir kenara koyarak, tekrar kitaba dönelim. Halîfe kitabında, Özgür Suriye Ordusu’na (ÖSO) mensup Abdülgafûr’un Şam’daki ölümünü, vasiyeti gereği, çocukları Bülbül, Hüseyin ve Fatma tarafından Humus’un İnnabe köyüne defnini, ayarladıkları minibüsle yaklaşık 250 km mesafedeki köye nasıl götürdüklerini, giderken kontrol noktalarında neler yaşadıklarını anlatıyor.

Suriye rejimini anlamak içi; 1980’de Şam’a gittiğimde bir yetkili “Aman gittiğiniz geldiğiniz yere, karşılaştığınız insanlara, onlarla yaptığınız konuşmalara çok dikkat edin. Konuştuğunuz insanlar, istihbaratçı olabilir.” demişti. Ülkenin üzerindeki kasveti o yıllardan biliyorum. Suriye iç savaşı başladığında dört arkadaşla birlikte İdlib’e bir tır patates yardımı götürmek için gittiğimizde, benzeri kasvetin çok Daha fazlasını hissettim. Ölmek Zor İş kitabını okurken, ölüm dâhil korkunun her çeşidini, endişe ve kasvetin zirvesini hissettim/okudum.

Diğer ülkelere kaç kişinin sığındığını tam olarak bilmemekle beraber, Türkiye’ye yaklaşık 3,5 milyon Suriyeli göçmen geldi. Geldikleri ilk günden bugüne, bir hayli konuşuldu/tartışıldı. Gelme gerekçeleri konusunda yeterli bilgiye sahip olmayanlar, bir taraftan onların iş gücünden yararlanırken diğer taraftan onları aşağıladılar. Suriyelilerin birçoğu, on yılı aşkın bir süredir iptidai şartlarda da olsa ülkemizde yaşamaktalar.

Unutulmamalıdır ki, hiç kimse doğup büyüdüğü ülkeden başka bir ülkede yaşamak istemez. Suriyelilerin de böyle düşündüğünden eminim.

Yine unutulmamalıdır ki, Suriyeliler, ülkemizde her ne kadar zorlu koşullarda yaşasalar da ülkelerindeki namüsait şartlardan daha iyidir. Bazı mahrumiyetleri olsa da hiç olmasa ölüm korkuları yok. Esed kaçıp arkada bıraktıklarını ekranlarda görünce çok daha iyi anladık. İsmi geçen kitap ise bu gerçeği çok daha iyi aktarmış. Her an ne olacak endişesiyle, tutuklanmak veya öldürülmek korkusuyla yaşamak!

Yazar, cenazenin defnedileceği Humus’ un İnnabe köyüne kadar farklı gruplar tarafından (Rejim güçleri, ÖSO, DAEŞ vs.) en az yedi sekiz kontrol noktasında durdurulmalarını, her durduruldukları yerde rüşvet, tehdit ve şantaja maruz kalmalarını, tutuklanmalarını anlatılıyor.

Havanın sıcaklığından dolayı cesedin kokmaması için konan buzun erimesi, buzun erimesiyle cesedin kokması, ilerleyen zaman içerisinde kan ve değişik sıvının akması, rahatsız eden kokudan ve havanın sıcaklığından, yol boyunca yaşanmışlıklardan bir hayli strese girmiş olmaları, sinirlerini iyiden iyiye bozmuş. Öyle bozmuş ki, cesedi sıradan bir yere atmayı dahi düşünmüşler.

Olayın içinden çıkılmaz bu hale gelmiş olmasından olacak ki, geçmişteki anlaşmazlıklarını da bahane ederek, başına buyruk, söz dinlemez agresif Hüseyin, ağabeyi Bülbül’e hakaret eder. Hakaretin ardından Hüseyin’le Bülbül kavgaya tutuşur… Her ne kadar yapmayın etmeyin dese de elinden bir şey gelmeyen kız kardeşleri Fatma ağlamaya başlar… Anladım ki, Suriye’de ölmek zor… Ölümden sonraki durum daha da zor…

Yazar, fazla hacimli olmayan kitabında, yaklaşık on dört yıldır devam eden iç savaşın ülkeyi ne hâle getirdiğini anlatmış. Dahası insanlığın ve İslâm’ın medar-ı iftiharı Suriye/Şam’ın dününden ziyade bugününe ışık tutmuş... 02.05.2025

Ahmet Belada