GÖRE’NİN BAĞI BOSTANI

1947 Göre doğumluyum. Çocukluğum  Nevşehir’in yakın güneyindeki  bu köyde geçti. Babam Niğde Vilayeti Nevşehir ve Gülşehir kazalarındaki eğitmenleri denetleyen , rehberlik eden Gezici Başmuallim Şükrü Bey…Anam ( biz aba derdik) Zatigül Hanım. Resmi adı Zeynep…Dedemin adı daha çok bilinirdi. Kofalakoğlu Hüseyin Çavuş …Hanedan, cömert, yoksula yardım eden, her sözünü atasözleriyle besleyen bir bilge adam. Adı verilen torunu rahmetli Hüseyin, bir şiirinde onu anlatmıştı, Hitit Tanrısı benzetmesiyle.

Tarla işlerimizde kullanılan iki atımız vardı: Dorat ve kırat. Babam köy okulları denetimlerinde de kendi atını kullanırdı. Köyden köye geçerken yol da yoktu motorlu araç da.

Dedem Hüseyin Çavuş, Babam Şükrü Güney

Massey Harris sözü dolaşmağa başladı ortalıkta. Bir gün atlarımızı göremedim ahırda. Osman emmimin avucunun içinden kuru üzüm yerlerdi. Onları pek severdim. Marshal Yardımıyla (!) Türkiye’ye verilen Amerikan traktörlerinden biri de bize düşmüştü. Nevşehirli Ömer Amca sürdü geldi onu.Görür görmez  aşık olduk bu apal, kocaman, sevimli motora. Hemen tırmanıp ,dümenini kıvırmağa başladık. Artık o da ailemizin bireyi oldu.

1953’te daha 6 yaşında İlkokula yazdırdı babam beni. Salim Oğuz’un öğrencisi oldum. İyi bir öğretmendi. Bir ay içinde okumayı, yazmayı öğrendim.

Pek yakın olsa da Nevşehir adlı kaza merkezini de 6 yaşında gördüm. Kasaba büyükçe bir köy gibiydi. Dağdağası benim başımı döndürdü. Pazartesi günü götürmüş olmalı babam beni oraya.

İlkokul İkinci sınıfta da çok şanslıydım. Nevşehir artık il merkeziydi ve İlin en iyi öğretmeni Remzi Rehber’in öğrencisiydim.

Remzi Bey bizi sinemaya götürdü. Sıra sıra dizildik. Yayan yapıldak, Niğde şosesinin tozlarını yuta yuta, marşlar söyleye söyleye. Önce bir Walt Disney çizgi filmi seyrettik. Sonra bir kovboy filmi. Başım döndü devinimlerden, gürültüden, yüksek sesli müzikten.

23 Nisan bayramında şiirler okur, rap rap yürür, sonra koşa koşa Nevşehir’e gider törenleri izlerdik. Birçok ilkokul, sırayla geçerdi Debboy’un sulanmış toprağında.

Mayıs başında dersler sona ererdi. O günlerde kuzularımız da doğmuş olurdu. Koyunları köyün çobanı alır kırlara götürürdü. Doğru dürüst otlak yoktu. Artık nerde, ne bulurlarsa yayılırlar, akşam eve dönünce ağılda yeniden beslenirlerdi otlarla, yoncayla.

O kuzular…Dayanıksız gibi görünseler de, bizden daha dirençliydiler. Yağışlı günler yaşanırdı, ıslanırlar, güneşte kurulanırlar…Dolu yağar, hiç zarar görmezler. ‘’ Daylaş daylaş’’ diye bağırarak onları yokuş aşağı koştururduk. Yorulduklarını anladığımız zaman tek tek kucağımıza alır, taşırdık.

O kuzulara, oğlaklara baktıkça insanın içine yaşam sevinci dolardı.

Radyomuz vardı. Sevdiğimiz türküleri dinleye dinleye ezberler; avaz avaz bağırarak çığırırdık.

Nezahat Bayram’ın ‘’ Uzun olur gemilerin direği’’…’’Ordu’nun dereleri aksa yukarı aksa…’’

Saniye Can, Muzaffer Akgün, Nurettin Çamlıdağ, Ülkü Yörükoğlu…Nurettin Dadaloğlu…

Osman Emmimin oğlu Hüseyin, küçük kardeşim İlhan, Dayımın oğlu İsmail…Hep birlikte koro olarak da türküler söylerdik. Sesimiz koyaklarda yankı yapardı. Bu, bize pek gizemli bir olay gibi görünürdü.

Köyde yaşasak da gazetelerden, dergilerden uzak değildik. Babam Cumhuriyet; Osman Emmim Ulus, Ahmet Dayım Hürriyet alırdı. Ankara’da çıkan Ulus her gün gelirdi. İstanbul’da çıkan ikisi bir gün sonra elimize ulaşırdı. Çizgi romanlar yayımlanırdı gazetelerde. Detektif Nick, Prof Nimbus, Fatoş, Şaban…Ratip Tahir Burak’ın çizgilerinden aldığım tadı anlatmam zor. Bende çizime, resme ilgi o büyük sanatçının Ulus’taki olağanüstü güzel resimleriyle gelişmişti.

Radyonun eğitimde ne denli önemli olduğunu da ilkokul 4 ve 5. Sınıf öğrencisi olduğumda anlamışımdır. Çocuk Saati programında dinlediğim skeçler ilgimi çeker, Cumartesi günleri uzak kırlarda da olsam koşa koşa gelir, radyoyu açar , dinlerdim. Elektrik yoktu Göre’de. Nevşehir Belediyesi’nin bize pek yakın Gazhane adlı binasının önünde son direk vardı. 3.5 km . Direkler dikilse biz de elektrikten yararlanabilirdik. Fakat, bunu kimse düşünmemişti. Demek, Görelilerden de bir istek olmamıştı. Radyo iki batarya ile çalışıyordu. Biri dikdörtgen prizması, biri silindirik. Babam yalnız ajans haberlerini dinlerdi. Çünkü pil bulunmuyordu, karaborsada pek pahalı satılıyordu. Doğubeyazıt’ta yedeksubay olan Yücel ağabeyim terhisinde piller getirmişti de, nasıl sevinmiştik.

Üzüm bağlarımız vardı birçok yerde. Neden tek bir yerde toplanmıyordu da, değişik alanlardaydı? İlkbahar soğukları her yeri aynı anda etkilemiyordu. Bir yerde çiçekler donarken, başka yerde zarar görmeyen ağaçlar meyve veriyordu. Bir yerde dolu etkili oluyor, başka yöredeki bağın üzümü, zerdalisi, elması kurtuluyordu.

Sarıyaprak, Oylu Dağı Çevlik, Bilezik Tekke…Hüsey,n Dedem buralarda üzüm bağları ortaya çıkarmıştı. Biz onun çalışkanlığının meyvelerini yiyorduk. Parmak, Çavuş, Gareser Garası, İmir, Horozdaşşağı , buludu, kızıl gibi birçok tür, ak, kara ,mor, al, sarı üzüm elde ediyorduk. Bazı yıllar küfelerle çeke çeke bitiremiyorduk. Bağda sergi yerinde kurumağa bırakıyorduk bir bölümünü de. Belli bir süre orada güneş altında kalıp kuruyan üzümleri sonra toplayıp eve getiriyorduk.Sağanak,dolu  niteliğini düşürebilirdi kuru üzümün. İvmek gerekirdi.

Babam bazı alıç ağaçlarını muşmulaya aşılamıştı. Pek bilinen , tüketilen bir meyve değildi, bir çeşit olsun diye…Çördük ağacı çalımsı olurdu. Onlar da armuda aşılanmıştı.

1950 ortalarında Selvili Harım dediğimiz bahçede diktiğimiz uzun kavak, selvi ağaçları kesilip biçilecek kalınlığa o yılların sonlarına doğru erişmişti. Artık evimizin birkaç odasının tabanını tahta kaplatabiliyorduk.

İçi sarı uzun uzun karpuzlar…İçi apal ayaktopu büyüklüğünde karpuzlar…Mayıs başından Nevşehir pazarına Çukurova’dan kamyonlarla karpuz taşınırdı. Doyasıya karpuz yemek için Alıçyazısı’nda kendi karpuzumuzun çıkmasını beklerdik. Olgunlaşması uzun sürerdi. Ancak ağustos ortasında yenilecek duruma gelirdi. Fakat o kumlu yereyde ne tatlı olurdu Aşık Veysel’ in  ‘’ Bir çekirdek verdim dört karpuz verdi’’ dediği toprak…

Yukarı Yazı’da tahıl yetitirirdik. Tuluca’nın buğdayı  pek namlıydı. Orakçılar günlerce ekin biçerdi. Dedem onları kağnılarla taşırmışharman yerine. İşler pek yavaş ilerlermiş. Bir yıl tam 29 Ekim Cumhuyet Bayramı törenle Göre’de kutlanırken harman yağan erken karla ıslanmış. Kurumasını  beklemişler. Dedem rüzgara eser derdi, Eser çıksa da tınazı savursak.  Ağustos, eylül pek durgun, yeelsiz geçerdi. Harman işleri zordu. Biçer Döverimiz de oldu sonraları. Tahıl biçme işleri daha kolay oldu.

Yukarı Yazı ekeneklerinde patates , soğan  da yetiştirirdik. Ekimi, çapalaması, sökümü zahmetli. Bazı yıllar emeğin karşılığı alınamaz. Bazı yıllar uç ucuna, denk gelirdi masraf ve kazanç. Köyden işçilerimizle traktör vagonetinde gider gelirdik. Söküm bellerle yapılırdı. Öğlen yemeği evden götürülür, orada ocak yapılır, ısıtılırdı. Çörek, yufka…Testilerle su…Güz soğukları başlamış olurdu söküm işleri sırasında. Eller bel tutmaktan yorgun, vagonette uyuklardı işçilerimiz.

Yıllarca Yuvanlı’da şeker pancarı yetiştirdik. Ortaokul döneminde yaz dinlencelerimizde orada yatar kalkardık. Pancarın yaprağını delik deşik eden bir bitki zararlısıyla başedemezdik. İlaç-zehir için dünyanın parasını verirdik. Tam sonuç almak mümkün olmazdı. Yaprakları sağlıklı olmayan pancar iyi gelişemez, pürçüklü gibi kalırdı. Sökmek de eziyetliydi. Traktörle Kayseri Şeker Fabrikası’na götürülürdü. Onca zahmetin karşılığı 10,20 kg toz şeker olarak ödenirdi. Hepimiz düş kırıklığı yaşar, üzülürdük…Elimize iyi para geçince bir otomobilimiz olacak; ortaokula, liseye daha kolay gidip gelecektik. Çünkü, pek yakın olsa da düzenli bir yolcu taşıma düzeni kurulamamıştı. Motorlu aracımız olsaydı öğrenciliğimiz daha başarılı geçebilirdi. Her gün 2 saatimiz yollarda geçiyordu. Kuru günlerde toz; yağışlı günlerde çamurla cidalleşerek…Ne kamu düzeninin kurduğu öğrenci taşıma servisi, ne özel otomobil… Hepsi gerçekleşmeyen düş olarak kaldı.