Geçmiş Günlere Özlem

Aradan zaman geçince , çekilen sıkıntılardan geriye ne kalır? Bellekte anılar kalır...Acılar da tatlılaşır, sertliğini yitirir, fakat unutulmaz.

Biz, İkinci Dünya Savaşı sonrası doğanlar, elbette, XX.Yüzyılın başında doğanlara göre birçok açıdan talihli idik. 1914-18 ve 1919-23 döneminin sıkıntılarını o günleri yaşayanların anılarından dinlemişizdir. 1950 ortalarında Göre'de hala Dömeke Savaşı gazileri, Seferberlikten sakat gelmiş , İstiklal Harbi'nde gövdesinin bir bölümünü yitirmiş gaziler vardı. Tarla yollarında, Nevşehir pazarına gidip gelirken anlatırlardı savaş anılarını...Biz öğrenciler cankulağıyla dinlerdik de, öyle anlayışsız, halden bilmez insanlar çıkardı ki, o gazilerin sözlerini ağızlarına tıkarlar,  ters yorumlar yaparlar, alay ederlerdi.
.............................
Göre'de ilkokulumuz 23 Nisan bayramı töreninden sonra hemen hemen kapanır, dersler kesilirdi. Tam da o günlerde kuzularımız ardarda doğmuş olurdu. Ak pamuk gibi, bulut bulut kuzular...Doğar doğmaz silkinirler, titreyen bacakları üzerinde ayağa kalkarlar, anaları yalarken yere düşerler,  bizi güldürürlerdi. Doğanın mucizesi. İnsan yavrusu neden ancak doğumdan bir  yıl kadar sonra yürüyebilirdi; akıl sır erdiremezdik...Kafamızda soru işaretleri...O kuzuları daha bir haftalıkken alır, kırlara götürürdük. Gökçe gökçe otlar nerelerde var, sorar soruştururduk. Bir gün Ballıkaya üstünde kuzu güderken yağış başladı. Kuzular melemeğe başladılar; korkmuşlardı. Daha ilk görüyorlar yağmuru... '' Daylaş, daylaş''  diyerek yokuştan aşağı sürüyü indirdik. O zarif kuzular o koşuşturmaya nasıl dayandılar? Bazıları ağıta benzer sesler çıkarıyordu. Üşümüş müydüler? Ceketlerimizi çıkarıp sarılıp sarmaladık, ıslanmasınlar diye...Bizi en mutlu eden an, analarını bulup memelerine asılıp süt emmeleriydi. Hiçbiri yanılmadan nasıl bulabiliyordu anasını...Ağız var; dil yok...Seslenme meleme yoluyla...
Sonra o koyunlarımız, kuzularımız giderek azaldı, sonunda hiç kalmadı. Bize de Ballıkaya dolayında  güttüğümüz o güzel kuzuların anıları kaldı...
Bir de, yağlık denen büyükçe bohcamsı mendile anamızın sardığı azığın tadı...Neler olurdu azıkta? Bazlama-gözleme, taze yufka ya da çörek, çömlek peyniri bir avuç, taze soğan...Domates, salatalık yok; turfanda onlar.Akdeniz kıyılarındaki seralardan Nevşehir pazarına daha gelmşyordu anlaşılan. Ya da biz bilmiyorduk...
Kırlarımız yünsü yünsü kokardı . Esen yeller davarsı davarsı kokular yayardı dört bir yana. Köylü için en güzel parfüm kokusu işte o davar tersinin kokusuydu...
1950'lerden başlayarak davar kokusuna mazot kokusu da karıştı. Esen yeller artık traktörlerin dumanını, yanık yağını, böğrü sökülerek onarılan motorun, lastiklerinin kokularını da getiriyordu.
........................
Nevşehir'den güneye doğru uzanan Niğde yolu kum seriliydi; asfalt kaplı değildi. Belediye'nin ' Gazhane' denen tek katlı, uzun bir deposu vardı. Burası yolu aydınlatan elektriğin de son noktasıydı. Burdan sorası karanlık. Ay ışığı da yoksa ayak alışkanlığı ile yürüyüp Göre'ye varacaksın. Bazen bir kamyonun, bir traktörün sarı ışıkları aydınlatırdı yolu...Her geçen motorlu araç bizi toz duman içinde bırakırdı,  sanki değirmenden gelmişiz gibi ağarmış olurduk. Bazen bir at arabası dururdu yanımızda, binerdik. Böylece yürüyerek bir saat süren yol yarıya inerdi. Kamyoncular pek almazlardı, çünkü, Göreli çocukların Ballıkaya'dan aşağıya taş yuvarlama gibi kötü bir ''şöhreti'' vardı. Anlatılırdı, taa İstanbul'dan bir kamyoncu bir Nevşehirliye sormuş. '' Göreli sıpalar gene taş yuvarlıyor mu kamyonlar geçerken? '' Gülerdik şöhretimizin böyle yayıldığını öğrenince...
Belediye'nin Gazhanesi yakınında bir bahçe vardı. Bahçede bir ıhlamur ağacı... Mayıs ayında çiçek açanda, tüm koyak ıhlamur kokardı. Eser varsa, o cennet kokusunu Nevşehir'e, Nar'a, Sulusaray'a değin yayardı. Güneye doğru da Göre, Güvercinlik, Çardak dolayına...Adımlarımızı yavaşlatır, o kokuyu doya doya içimize çekerdik. Sanki o kokuyla esrikleşirdik. Tadına vara vara içimize çektiğimiz o kokuyu hiç unutmadık. Öyle ki, 1985 sonrasında Dünya Genelinde Ihlamur Ağaçları adlı ayrıntılı bir yazı hazırlarken o ıhlamur ağacı, o güzel koku hep benimleydi. Bir jüri-yarkurul - üyesi sınav sonrası bana şunu demişti : '' Ihlamur yazısını öyle duyarak yazmışsın ki, sana  doçent unvanını  o ağaç kazandırdı.''
Benim sevgili ıhlamur ağacım...Çiçek açanda biz Göreli çocukları serhoş-esrik eden, salkım salkım çiçeklerini çay gibi demleyip içtiğimiz güzel ağacım...Seni hiç unutmadım...
 ...........................
Göre Çayı boyunca su gücüyle çalışan değirmenler vardı. Kelete Değirmeni belleğimde kalmış. Kuyusu tehlikeliydi. Sıcak un kokusu, çay kıyısındaki binbir otun kokusuna karışırdı. Çuvallardan dökülen çavdar, buğday yüzünden değirmen çevresi gömgök, iyi gelişmiş bir hububat ekeneği gibi olurdu. Fakat hiçbir zaman tam başak bağlamaz, sararmazdı o ekinler. Yükü indirilen katırlar, atlar, eşekler için en iyi şölendi bu taze ekinler...Ve kaşı, kirpiği unlu, genç de olsa kocamış görünen değirmenci ile  çırağı...Bize gizemli bir yaşamın sessz kahramanları gibi görünürlerdi.
Bir cumartesi  , dersler bitince, nisan ayının güzel bir günü, yoldan değil de çay kıyısından yürüyerek evimize yol aldık. Hüseyin anlattı: Fransızca öğretmeni Mustafa Çetin, o gün derste, renkleri anlatmış. Sular akıyordu, temiz. Bir de ayırdına vardık ki, su kıyısında çayırların arasında menekşeler var...Eğildik, diz çöktük, hayranlıkla seyrettik. Koparmağa kıyamadık. Kokladık. Mustafa Çetin öğretmen sormuş derste : '' Hangi ünlü artistin gözleri violet, menekşe ? Kimse bilememiş. Bizim Hüseyin Hayat ve Ses gibi dergileri okuduğu için aklında kalmış, yanıtını vermiş...'' Liz de denilen Elisabeth Taylor...'' Çetin Öğretmen, geniş bir gülümsemeyle '' Aferiiin !'' demiş...
Nerden nereye? Değirmen, menekşe gözler hülyalı, Liz...
 .....................................                                                       23 Ekim 2016