Nevşehir’in yazılı tarihi ile görsel tarihi oldum olası çakışmıştır. Selçuklulardan kalma kalenin etrafında; 12-15 hanelik bir yerleşke… Nevşehir için Nar köyünün yaylası olarak söylene gelir. Etrafındaki mezarlıklar, Uylu, Küçük Dağ ve etraf tepelerdeki yapma sekiler, Nevşehir Kalesinin altındaki tüneller, sonradan çıkan yer altı yerleşkeleri ve civarı yazılı tarihi aysbergin sadece görünen kısmı olduğunu göstermektedir.

            Muşkara’dan öncesi Nevşehir için pek bilinmiyor. Uçhisar ve Ürgüp o geçmiş zamanların büyük yerleşkeleri olduğu bilinmektedir. Sözlü tarih, Nevşehir’in, İpek yolu duraklarından biri olduğunu söylemektedir. Görsel tarihte Nevşehir’in bu tezini doğrular niteliktedir. Zira Kalenin altındaki tüneller ve kazıtlar, alınıp-satılan mallara depoluk yaptığı büyük bir olasıdır. Nevşehir Kalesi bu ortamı korumasının yanında zaten tabiat harikası olan Muşkara’ya ayrı bir güzellik ve tanınması için özellik katmaktadır.

            Civarında yapı ve değirmen taşı yataklarının olması, üzüm, kayısı, cehri, badem gibi ihraç ürünlerinin bulunması, Izgın ve keten yağının üretiminin yanında; Keten örtülerin, itaların tezgâhlarının bulunması Nevşehir’in önemine oldukça burgu yapmaktadır. Yine o zamanlar civar sedir ormanlarıyla da kaplı olduğunu unutmayalım. Tüm bu fiiliyatlar ve sıfatlar Nevşehir’in sadece bir durak olmayıp, aynı zamanda üretim yapan önemli bir yerleşke olduğunu göstermektedir. İşte İbrahim Paşa böyle bir ortamda doğdu ve büyüdü. Babası İzdin Voyvodası (Kale komutanı) İzdin ise ta Mora yarımadasının kuzey batısındaki Colos körfezindedir.

            1660 Yılında Nevşehir’de doğan İbrahim Paşa, Sultan 3. Ahmet ile şehzadeliği sırasında 10-12 yaşlarında bir çocukken tanışmışlardır. Birçok meşakkatli hayattan sonra saraya önce damat sonra da veziri azam olmuştur.

            Osmanlı İmparatorluğu tarihte en iyi kayıt tutan medeniyetlerden birisidir. Lâkin taşralardaki küçük yerleşkeler hakkında aynı özeni gösterdiği söylenemez. Özellikle İpek yolunun üzerinde olan Muşkara’nın hakkında Evliya Çelebi’nin bir gece konakladığı yazılmaktadır. Birçok makalede de bunu böyle okumuştum. Türkmen Aşiretlerinin 1700’lü yıllardaki asimilasyon göçlerinde kayıtların tam tutulduğunu görüyoruz.

Türkmenlerin durumu;

            Bozulus diye anılan, yöremiz Türkmenleri; Balkanlardan, Filistin’e kadar olan geniş bir coğrafyaya dağıtılmışlardır. Kendi soy kütüğümde Nevşehir’e 6 kardeşten sadece biri (Mehmet ağa) geldiğinde henüz 18 yaşındadır. Öteki kardeşleri bizim de bilmediğimiz yerlere gönderilmişlerdir.

            Yine kendi aşiretim olan; Bettik-Beydilli’yi; Irak’ın Telafer’in den,Horasan’dan, Adıyaman’a, Diyarbakır’dan Muğla’ya kadar görmek mümkündür. Bu arada Konya’nın Ereğli-Aksaray, Çiftehan’daBeddiklerin biraz daha yoğun olduğu gözlenmektedir.

            Boynu inceli, Pehlivanlı, Acem Türkmeni, Kocabey oğlu aşireti, Herikli, Karaca, karaca koyunlu, Karacakürt (Kurt), Danişmentli, Keçeli, Avşar diye uzar gider…

            Osmanlının o zamanlardaki yapısı herkesçe malumdur. Bazı dönme aydın geçinenler; “İdrak-i bî idrak Türkmen” İdraksiz Türkmen gibi laflar atıyor, bunları yazılarında yazıyorlardı.

Böyle zihniyetin gelişmesi ve hayat bulması neticesinde biz Türkmenler Öz yurtlarımızda asimilasyona tabi tutulduk. O Tarihlerde azınlıklar askere bile gitmemiş zenginleşmişlerdir. Türkmenler ise o savaştan o savaşa koşuşturmuş durmuşlardır. Yazısız tarihimizde birçok şehidin ve gazinin olmasını buna bağlıyorum. Tarih; beslenme yetersizliği, savaş yorgunlukları, hasret, acılar Türkmeni bu günlere kadar getirmiştir.

            Bize yapılan asimilasyon, o zamanlar Osmanlı ahalisi olan Bulgarlara da yapılsaydı, Balkan Savaşında o kadar askerimiz belki de ölmeyecekti… Günümüzde de aynı manzarayı seyrediyorum hissi nedense beni hiç bırakmıyor…

Osmanlı ve İbrahim Paşa;

O günlerde Osmanlının da durumu hayli karışıktı. Savaşlarla, isyanlarla uğraşıyor kan kaybediyordu. İmparatorluk olmanın bedeli olarak, Ulus olamıyor, neticede herkes bir tarafa çekiyordu. Oysa o günlerde Avrupa kalkınma hamleleri yapıyordu. Her geçen gün bir şeyler icat ediliyor, halk eğitilmeye çalışılıyordu. Avrupa birbirleriyle savaşsa da Ulus bilincine sahipti. Bu yüzden içte bir tehlikeyle uğraşmıyorlardı. Halk ayaklansa bile her şey ortaktı, payda eşitti… Günümüz siyasetçilerinin bu günleri unuttukları görülmektedir.

            İbrahim Paşa’nın Osmanlı İmparatorluğunda Rönesans’ı başlatma çabalarını görüyoruz. İtfaiye teşkilatının kurulması, Edebiyat-sanat ve ilime önem verilmesidir-ki bu çerçevede Matbaanın İstanbul’a getirilmesini sayabiliriz. Ordu da reforma gidilmesi, yeni ve zengin kütüphanelerin açılmasındaki gösterdiği çabalar, çini ve cam fabrikalarının kurulması gibi yenilikler getiriliyordu. Bitmez tükenmez savaşlarda yorulmuş devlet barış dönemi yaşamaya başlamıştı. Savaşlar can kaybı, toprak kaybı, acılar, yokluklar olduğu kadar, devlet açısından çok büyük bir mali güç olduğunu da unutmamak gerekir. Zira kalkınmaya, refaha ayıracağı maddi gücünün fazlasını savaş ekonomisinde kaybetmektedir.

            Şahsi çıkarların ön planda tutulduğu cahil gruplar tüm bu çabalara mani olmuşlardır. Cehalette hızını alamayan patrona Halil’in adamları İbrahim Paşa’nın Külliyetini yıkmak için Nevşehir’e hareket etmişlerdir. Bu bozuk hareket bir şekilde engellenmişti.

            Damat İbrahim Paşa aydın bir devlet adamıdır. Tüm Osmanlıda örnek teşkil etmesi ve doğduğu topraklara hatıra bırakmak için Nevşehir’i kurmuştu. Nevşehir’in inşası için yaptırdığı bina ve külliyelerin finans kaynaklarıyla beraber şerriye sicillerinde mevcuttur.

            Şerriye sicilleri, Evkaf ve Mühimme defterleri, fermanlar, seyahatnameler yazılı kaynaklar olarak kabul edilirler. Yazısız kaynaklar ise; Dededen- Ebeden toruna aktarıla gelir.Rivayet anı, anı efsane, efsane de de masal olur çıkar. Yada Nevşehir’in ve Anadolu’nun Türkmen anıları gibi unutulur gider…

Son Tahlil

Tarih kitaplarımızda; Savaşlar, saraylar ve ünlü kişiler yazılıp söylenir. Sıradan hayatlar nedense kimsenin dikkatini çekmez. Yönetenler yanlış karar verirler, ceremesini halk çeker. Damat İbrahim Paşa gibi bir yıldız doğar o da öldürülür. (İstanbul’da 4 yerde mezarı bulunmaktadır. Kaynak: İncekara Büyük Hafız Ağa)

            Saray ve yönetimlerde Avrupa kökenlilerin söz sahibi olması, Türkmenlerin hor görülmesi, politika yanlışlıklarının bedellerininTürkmen’e kesilmesi, Türkmenlerin ötelenmesini getirmiştir. Bu yüzdendir-ki Pir Sultan Abdal, Dadaloğlu, Dedem oğlu gibi ozanların başkaldırışları destanlaştırılmıştır. Tabi bu ara da da birçok Türkmen öldürülmüş ve Türkmen’e sürgünler yaşatılmıştı. Osmanlı, aydınını ise “Bölünürüz ha…” diye sustururken, Avrupa bölecekleri kesimleri ayaklandırma gayreti içindeydi. Başta Balkanlar olmak üzere tüm yurtta çok acılar yaşanmıştır. Ne hikmetse bu acıları yaşayanlar da hep Türklerdi.

            Osmanlının yıkılış sürecinin hızlandığı 93 bozgunu (Sultan Abdül Hamit zamanı) ve sonrasında oluk gibi Türkmen kanı akmıştır. Galiçya, Sarıkamış, Yemen, Çanakkale derken Kurtuluş Savaşının son şehitlerinin arasında yine iki Nevşehirli bulunmaktadır.

            Kendisi de Türkmen olan İbrahim paşa (Boynu inceli aşireti), Osmanlıya Türkmen’i anlatma imkânı bulmuştu. Bu olgu Sarayda Muşkaralıların da bulunmasının nedenlerinden biri olarak kabul edilebilir.

            1700’lü yıllardan beridir devam eden süreçte şehrimiz yapısal, sosyal ve kültürel güzel bir kimliğe bürünmüştü. Ekonomik kimlikten örnek verecek olursak; Kamyoncularımız yani nakliyeciliğin yaygın olduğu için biliyorum ki, kamyoncularımız yük alırken Nevşehirli olmaları tercih nedeni oluyordu. Çerçilerimiz, celeplerimiz Anadolu’da güvene dayalı ticaret yapabiliyorlardı.

            Yazılı tarih işte biz sıradan insanların nasıl yaşadıklarını, ne eserler bıraktıklarını yazmazlar. Aslında tarihteki esas ders buradadır. Zira İbrahim Paşa’nın medeniyet kavgasının temelini de bu oluşturmaktadır. Bazı günler muşkara da giydiği elbiselerini giyer ve; “ Allah’ım benim nereden geldiğimi unutturma” diye dualar okuması onun bir halk adamı olduğunun göstergesidir. İbrahim Paşa yine bir gün Sultan 3. Ahmet’e; “Rum kulların havuzlu taş evlerde yaşıyor, Türkmen kulların yıllarca savaşıp harap ve bitap bir şekilde yaşı geçmiş olarak memleketlerine döndüklerinde onların kapılarında amele olarak çalışıyor.” Demesi oldukça manidardır.

            Biz karayakalıların (Sıradan insanlar)uzun zaman sürecinde yaptıkları evler şehrin görsel kimliğini de temsil ediyordu. Yıkıldı. Yazık oldu. Orada yaşayanların izleri silindi. Başta Damat İbrahim paşa’nın doğduğu ev, Hasan Emmi, Şekip Ayhan Özışık, Kıbrıs Fatihi Orgeneral Semih Sancar gibi tanınmışların yanında nice tanınmamış anılar silinip gitti. Zümrüdü anka gibi külünden yeniden doğan şehir kalıntılarında da ne yazık ki hiçbir hatıra olmadığı gibi… Yazılı tarihler bile 13-15 hane olan bir yerleşkeden bahsediyor. Demek ki o insanlarda toprakla kömseleyi (Örtmek) vermişler koskoca tarihi…

            Günümüzde bir barış süreci çıktı. Teröristler kendilerine sunulan nimetin kıymetini bilemediler yada onların tasmalarını tutanların işine gelmedi. Sonunda bu süreç bitti. Bazıları bir şeyler aldı, ya da alacak. Yine Türkmene bir şey yok. Barzani devlet edildi. Yanında Türkmenler yok. Suriye’de Türkmenler var. Var da adı hiç dillendirilmiyor. İşin garibi devletimiz tarafından da dillendirilmiyor. Ya gök bayrağın çocuklarına ne demek lazım. Beş küsurmilyon Suriyeliyi yurdumuza alan yönetimimiz, 11 Türkistanlıyı yurda sığdıramıyor ve geri gönderiyor. Yönetim bu olayı ırkçılık olarak mı görüyor bilmiyorum. Oysa onlarda Müslümandı. Terörist veya asker bile değillerdi. Her halde yine bazı bedeller ödeyeceğiz gibime geliyor. Ben Beydilli Türkmeniyim. Telafer’den Musul’a, Aksaray’dan Muğla’ya ta Horasan’a kadar yayılmışım. Tarihi bir tekerlek gibi görmek lazımdır. Türk fedakâr, Türk vefakar, Türkcefakâr, Türk problemsizdir. Her halde problemi olana daha iyi bakılıyor gibime geliyor. Şunu unutmamak gerekir-ki taviz isteyenlerin taviz istemeleri hiç bitmez. Devamlı ister dururlar. Tarihte bir tekerlek gibi döner durur. Saygılarımla…