Dağlık Karabağ Sorunu

Dağlık Karabağ; bugün bağımsız devlet olan Azerbaycan ve Ermenistan arasında, 20. yüzyılın başlarından bu tarafa Sovyetler Birliği döneminden kalma bir sorundur. Tarihe en kapsamlı sivil katliamı olarak geçen “Hocalı” katliamı da, Ermeni silahlı gruplarının baskınından kaçmaya çalışan 161’den fazla Azerbaycanlı sivilin hayatını kaybetmesi ile sonuçlanmıştır. İki ülke arasında meydana gelen çatışmalarda, Ermenistan tarafından Dağlık Karabağ işgal edilmiştir. Azerbaycan sahibi olduğu bu toprakları geri kazanmaya çalışsa da bugüne kadar bu konuda sonuca varılamamıştır. Azerbaycan’ın toprak bütünlüğüne yönelik yaşanan işgal 26 yıldır devam etmekte ve bu sorun uluslararası alanda çözülememektedir.

Bu yazımızda, Birleşmiş Milletler Andlaşması m.2/4’de düzenlenen “kuvvet kullanma yasağı” çerçevesinde Ermenistan’ın fiilleri ile Birleşmiş Milletler’in bu iki devlet hakkında verdiği dört karar incelenmektedir.

Belirtmeliyiz ki; Uluslararası Hukukta Ermenistan tarafından Dağlık Karabağ’ın 26 yıla varan işgaline çözüm bulunamadığı gibi, BM tarafından bu konuyla ilgili alınan dört karar da hayata geçirilememiştir. Şu an BM kararlarında da açıklandığı üzere, işgal edilen topraklarını Ermenistan’ın elinden kurtarmak ve işgale son vermek isteyen, hatta bu konuda bütün diplomatik yolları ve Uluslararası Hukukun tüm argümanlarını sabırla kullanmaya çalışan Azerbaycan'a son çatışmalarda da yine Ermenistan ilk saldıran taraf olmuştur. Bu haksız saldırı ve işgale karşı Azerbaycan, hem meşru savunma hakkını kullanmakta ve hem de topraklarını işgalden kurtarmaya çalışmaktadır. Hal böyle iken; uluslararası toplumun bir kısım üyesi hangi haklı gerekçe ile Azerbaycan’dan kendisini savunmamasını ve haksız işgale son vermemesini istediğini anlayabilmek mümkün değildir. Azerbaycan’ın 26 yıllık haklı ve meşru taleplerini görmezden gelen uluslararası toplumun, çatışmaya son verilmesini ve müzakere yoluyla bu sorunun çözülmesi gerektiğine dair talepleri samimi olmaktan uzaktır.

I- Kuvvet Kullanma Yasağının Kapsamı

Birleşmiş Milletler Andlaşması’nın kuvvet kullanma yasağını düzenleyen 2. maddesinin 4. fıkrasına göre; “Tüm üyeler, uluslararası ilişkilerinde gerek herhangi bir başka devletin toprak bütünlüğüne veya siyasal bağımsızlığa karşı, Birleşmiş Milletler’in amaçları ile bağdaşmayacak herhangi bir biçimde kuvvet kullanma tehdidine veya kuvvet kullanılmasına başvurmaktan kaçınırlar.” şeklinde tanımlanmıştır.

BM Andlaşması m.2/4’de düzenlenen kuvvet kullanma yasağının ihlal edildiğinin kabul edilebilmesi için; saldırının bir devlet tarafından uluslararası boyutta gerçekleştirilmesi, başka bir ülkenin toprak bütünlüğüne veya siyasal bağımsızlığına yönelmesi gerektiği belirtilmiştir. Andlaşma m.2/6’da; “Örgüt, Birleşmiş Milletler üyesi olmayan devletlerin de, uluslararası barış ve güvenliğin korunmasının gerektirdiği ölçüde bu ilkelere uygun biçimde hareket etmesini sağlar.” hükmüne yer verildiğinden, kuvvet kullanma yasağının Andlaşmaya üye olmayan devletler yönünden de bağlayıcı olduğu kabul edilmektedir.

Andlaşma m.2/4 incelendiğinde; saldırının fiilen gerçekleşmesinin şart olmadığı, sadece kuvvet kullanma tehdidinin yeterli olduğu, “BM’nin amaçları ile bağdaşmayacak her türlü şekilde” ibaresi ile kuvvet kullanma yasağının ihlali sayılabilecek fiillerin sınırlı şekilde sayılmadığı anlaşılmaktadır.

II- Azerbaycan’ın ve Ermenistan’ın Sorumluluklarının Değerlendirilmesi

Kuvvet kullanma yasağını hangi devletin ihlal ettiğinin tespit edilebilmesi için, ihtilafa konu kuvvetin nerede ve hangi birlikler tarafından başlatıldığı incelenmelidir.

BM’nin bildirgelerinden ve mevcut fiili durumdan anlaşılacağı üzere, Ermenistan düzenli askeri birlikleri ile Azerbaycan toprağını kuvvet kullanarak işgal etmeye çalışmaktadır. Bugün kabul edilen sınırlar doğrultusunda, gerek ihtilaf konusu Dağlık Karabağ ve gerekse 20 Temmuz 2020 tarihinde Ermenistan’ın ağır silahlar kullanarak çatışmaya girdiği Tovuz Bölgesi Azerbaycan sınırlarında kalmaktadır. Somut olayda; Ermenistan Devleti’nin askeri kuvvetleri vasıtasıyla doğrudan bir saldırı bulunduğundan, BM Andlaşması m.2/4’ün ikinci kısmında düzenlenen, “kuvvet kullanma tehdidi” değil, “kuvvet kullanma” ibaresinin değerlendirilmesi gerekmektedir.

Ermenistan’ın kuvvet kullanma yasağını ihlal edip etmediği sonucuna ulaşılabilmesi için, BM Andlaşması m.51 de değerlendirilmelidir. Bu madde, kuvvet kullanmanın hukuka uygun olduğu “meşru savunma” halini düzenlemektedir.

BM Andlaşması m.51’e göre; “Bu Andlaşmanın hiçbir hükmü; Birleşmiş Milletler üyelerinden birinin silahlı bir saldırıya hedef olması halinde, Güvenlik Konseyi uluslararası barış ve güvenliğin korunması için gerekli önlemleri alıncaya kadar, bu üyenin doğal olan bireysel veya ortak meşru savunma hakkına halel getirmez. Üyelerin bu meşru savunma hakkını kullanırken aldıkları önlemler hemen Güvenlik Konseyi’ne bildirilir ve Konsey’in işbu Andlaşma gereğince uluslararası barış ve güvenliğin korunması ya da yeniden kurulması için gerekli göreceği biçimde her an hareket etme yetki ve görevini hiçbir biçimde etkilemez”.

Andlaşma m.51'de; bir devlet saldırıya uğradığında, meşru savunma hakkını kullanabileceği ve bu saldırılara karşı gerekli önlemleri alabileceği düzenlenmiş, ancak bu hakkın kullanılması halinde derhal Güvenlik Konseyine bildirimde bulunma yükümlülüğü getirilmiştir. Bildirim yükümlülüğünün yerine getirilmediği veya bildirim sonrasında Konsey’in direktiflerine uyulmadığı takdirde, “kuvvet kullanma yasağı” ilkesine aykırı hareket edilmiş olacaktır.

Belirtmeliyiz ki; meşru savunma hakkı kullanılırken, Uluslararası Hukukun genel ilkelerinden olan “ölçülülük” ilkesine de uyulması gerekmektedir. Örneğin bir devletin “kuvvet kullanma tehdidi” yasağını ihlal etmesi halinde; tehdit edilen devletin meşru savunma kapsamında silah kullanarak tehdide karşılık vermesi, “ölçülülük” ilkesinin ihlali anlamına gelecektir. Tehdide maruz kalan devlet, düzenli askeri birlikleri ile böyle bir önlemi yalnızca kendisine silahlı saldırıda bulunulduğu takdirde alabilecektir.

Uluslararası Hukukta düzenlenen meşru savunma ilkesine dair Uluslararası Adalet Divanı’nın 27.07.1986 tarihinde Nikaragua’da Askeri ve Yarı Askeri Faaliyetleri Davası’nda (Nikaragua Kararı) verdiği kararda; “gereklilik” kriteri de aranarak, maruz kalınan saldırının silahlı kuvvet kullanmak dışında barışçıl bir yolla engellenmesinin mümkün olmaması gerektiği ifade edilmiştir. Uluslararası Adalet Divanı bu kararında, “ölçülülük” ve “gereklilik” kriterlerinin teamül hukukunun bir gereği olduğunu belirtmiştir[1].

Ermenistan’ın saldırıları BM Andlaşması m.51 çerçevesinde değerlendirildiğinde; ilk saldırıyı yapan Azerbaycan olmadığından ve saldırının nedeni tarihi ve siyasi ihtilaflar olduğundan, Ermenistan’ın BM Andlaşması kapsamında kuvvet kullanma yasağını ihlal ettiği sonucuna varılmalıdır.

Ermenistan tarafından Azerbaycan’a karşı bir süredir tekrar eden silahlı fiillerin ve tehditlerin, BM Andlaşması kapsamında kuvvet kullanma yasağının ihlali olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceğinin incelenmesi için, BM Genel Kurulu’nun 14.12.1974 tarihli ve 3314 sayılı kararında yer verilen “saldırı” tanımına bakılmalıdır. Bu karara göre “saldırı”; “Bir başka devletin egemenliğine, ülke bütünlüğüne ya da siyasi bağımsızlığına karşı ya da BM Andlaşması’na aykırı herhangi bir biçimde silahlı kuvvet kullanmasıdır. Bu nitelikli eylemin saldırı kabul edilebilmesi için, Güvenlik Konseyi’nin değerlendirmesi saklı kalmak üzere, saldırı olarak kabul edilecek eylem bu yönde ilk hareket eden devletin eylemi olmalıdır. Takdiri Güvenlik Konseyi’ne ait olmak üzere, bir eylemin saldırı olarak kabul edilebilmesi için ayrıca yeterli yoğunlukta da olması gerektiği” şeklinde tanımlanmaktadır.

Bu kapsamda; Azerbaycan’ın toprak bütünlüğüne karşı açık bir silahlı saldırı olduğu, bu saldırıların uzun yıllardır belirli aralıklarla devam ettiği ve Dağlık Karabağ bölgesinin kendisine bağlı olması gerektiğini iddia eden Ermenistan’ın öncelikli olarak silahlı fiillere yöneldiği, saldırıların/çatışmaların ağır silahlar kullanılmak suretiyle Temmuz ayında Tovuz bölgesinde, Eylül ayında ise Dağlık Karabağ bölgesinde gerçekleşmesi sonucunda, saldırıların belirli bir yoğunluğa ulaştığı anlaşıldığından, BM Genel Kurulu kararının tanımı doğrultusunda Azerbaycan’ın Uluslararası Hukuka göre haksız bir saldırı altında olduğu kabul edilmelidir.

Ermenistan’ın yazımıza konu saldırılarının; Uluslararası Hukukta silahlı kuvvet kullanma yasağının istisnalarından birisine girmediği sonucuna varıldığında, Azerbaycan’ın karşı fiilleri de varılan bu sonuç doğrultusunda değerlendirilmelidir. Kabul edilmelidir ki; bir devletten, toprak bütünlüğünün veya ulusal güvenliğinin saldırı altında olduğu durumlara kayıtsız kalması beklenemez. Her devlet; öncelikle barışçıl çözüm yollarını denemeli, tüm çabasına rağmen sonuç alamadığında, BM m.51’e göre meşru savunma hakkı kapsamında hareket etmelidir. Anlaşma sağlanamadığı takdirde saldırıya maruz kalan devlet, vatandaşlarının can ve mal güvenliği ile toprak bütünlüğünü korumak için silahla karşılık verebilecektir. Haksız saldırı ani ise, elbette her devletin bu saldırıya karşı koyma, saldırıyı önleme ve haksızlığı ortadan kaldırma hakkı vardır.

Azerbaycan da bu kapsamda hareket etmiş; diyalog yoluyla “Dağlık Karabağ” ihtilafını çözme girişimlerinde bulunmuş, ancak Ermenistan’ın silahlı saldırısına maruz kalmıştır. Anlaşma sağlanabilmesi için kendi toprak bütünlüğünden fedakarlık yapması beklenmesi mümkün olmayan Azerbaycan, zorunluluk doğması sebebiyle Ermenistan’ın saldırılarına karşı silahla karşılık vermiştir. Çatışmalar süresince Azerbaycan; BM Andlaşması m.51’de öngörülen şartlara uygun hareket etmiş, “ölçülülük” ve “gereklilik” kriterlerine aykırı fiiller gerçekleştirmemiştir. Çatışmaların sadece sınırda ve işgal altında bulunan bölgelerde gerçekleştiği, Azerbaycan’ın hiçbir şekilde Ermenistan sınırlarına ilerlemediği ve Ermenistan’ın aksine başka bir devletin topraklarında etkin kontrol kurmaya çalışmadığı gözetildiğinde, Azerbaycan’ın Andlaşmanın 51. maddesine uygun hareket ettiği sonucuna varılmalıdır.

Azerbaycan; BM Andlaşmasına ve Güvenlik Konseyi’nin direktiflerine aykırı hareket etmediğinden, kuvvet kullanma yasağını ihlal etmediği ve Uluslararası Hukuka uygun davrandığı kabul edilmelidir.

Belirtmeliyiz ki; Ermenistan’ın ağır silahlı saldırılarına devam etmesi ve Azerbaycan’ın bu saldırılara son verilmesi amacıyla yardım çağrısında bulunması halinde, ortak/kolektif meşru savunma hakkının kullanılabilmesi gündeme gelecektir. Yardım çağrısında bulunma; Uluslararası Hukukun teamül kurallarından kaynaklanan, gerek doktrinde[2] ve gerekse Uluslararası Adalet Divanı’nın Nikaragua kararında teyit edilmiş bir koşuldur. Azerbaycan’ın yardım çağrısında bulunması halinde, hem Türkiye Cumhuriyeti ve hem de diğer ülkeler Azerbaycan’ın yanında yer alabilecek ve Ermenistan’a karşı aldıkları karar, tedbir ve fiiller hukuka uygun kabul edilecektir.

III- BM Bildirgeleri ve İhtilaf Süreci

BM, Ermenistan ve Azerbaycan ihtilafını ilgilendiren 822 sayılı ilk bildirgesini 30.04.1993 tarihinde yayımlamıştır. Bu bildirgede BM; silahlı askeri operasyonların genişlemesi ile özellikle yerel Ermeni güçlerinin Azerbaycan’ın Kelbecer Bölgesi’nde gerçekleştirilen son saldırısından rahatsızlık duyduğunu, kuvvet kullanma yasağının bir sonucu olarak uluslararası sınırların daima aynı kalması gerektiğini ve toprak elde etmek amacıyla güç kullanımının mümkün olmadığını belirtmiştir.

BM bu bildirgede ayrıca; Ermenistan’ın, Azerbaycan’da işgal ettiği bölgelerden derhal ayrılmasını ve sorunun Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı (AGİK) Minsk Grubu Barış Süreci çerçevesinde çözülmesi gerektiğini açıklamıştır[3].

BM bu bildirgeden üç ay sonra; olumlu bir sonuç elde edilemediğinden, 29.07.1994 tarihinde 853 sayılı bildirgesini yayımlamıştır. Bu bildirgede BM; 822 sayılı kararının uygulanması amacıyla acil yaptırımların kabul edilmesini desteklediğini, işgalleri ve bombalı saldırıları kınadığını, bölgede iktisadi kaynaklar ile ulaşım ve enerji kaynaklarının yeniden eski haline döndürülmesi ile ateşkesle ilgili anlaşmalar yapılması gerektiğini bildirmiştir.

853 sayılı bildirgede; Ermeni birliklerinin, Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ bölgesinde BM’nin 822 sayılı bildirgesine uyulması ve Ermenistan’ın AGİT Minsk Grubu’nun önerilerini kabul etmesi amacıyla Ermenistan’a baskı uygulamaya devam edilmesi ısrarla talep edilmiştir. Bu açıklamalara rağmen, yine bir sonuca ulaşılamamıştır.

BM’nin 874 ve 884 numaralı bildirgelerinde ise; yine iki devlet arasında yaşanan ihtilafın barış ve istikrar açısından tehdit oluşturduğu, işgallerin kınandığı, Ermeni askeri güçlerin Azerbaycan topraklarından çıkarılması çağrısında bulunulduğu beyan edilmiştir. BM bu olaylar karşısında Minsk Grubu Konferansının yapılmasını gerekli görse de, görüşmeler sonucunda Ermenistan geri adım atmadığından bugüne kadar barış sağlanamamıştır.

Mevcut durumda; Azerbaycan topraklarının yaklaşık beşte birini oluşturan Dağlık Karabağ Bölgesi, Ermenistan işgali altında tutulmaya çalışılmaktadır. Ermenistan’ın barış anlaşmalarına yanaşmamasının sebebinin, bu bölgede bulunan çeşitli yeraltı kaynaklarının olduğu ileri sürülebilir. Altın ve bakır gibi madenlerin bulunduğu Dağlık Karabağ Bölgesi, Ermenistan ve İran’ı da etkisi altına alabilecek jeopolitik bir konuma sahiptir.

BM’nin tüm karar ve uyarılarına rağmen Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarında işgalini sona erdirmemesi ve bu toprakların kendi ülkesine ait olduğunu iddia etmesi karşısında, Ermenistan’ın barış yanlısı olmayıp, işgalci olduğu ve Uluslararası Hukuku ihlal ettiği kabul edilmelidir. Bu durumda, Azerbaycan’ın meşru savunma ve işgal altında olan topraklarını kurtarma hakkı olduğu tartışmasızdır.

Yeri gelmişken belirtmeliyiz ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin etrafı ateş çemberi ile sarılmaktadır. Bu durumun mimarı emperyalist güçler, Türkiye Cumhuriyeti’nin toprak bütünlüğünü ve güvenliğini tehdit etmektedirler. Doğu Akdeniz ve Ege’de yaşanan sorunlardan daha önemlisi, Fırat’ın doğusunda/Suriye’nin kuzeyinde kurulmaya çalışılan garnizon/uydu devletlerdir. Kanaatimizce; “Kuşatılmışlık ve tehdit, sadece Fırat'ın batısından değil, daha uzun ve Irak'a uzanan Fırat'ın doğusunda bulunan sınır hattından ve ABD’nin hakimiyeti altında burada kurulmaya çalışılan sözde devletleşme çabalarından kaynaklanmaktadır.”[4]. Türkiye Cumhuriyeti; bölgeyi istikrarsızlaştıran, ulusal güvenliğini ciddi şekilde tehdit eden ve Suriye’yi parçalamayı hedefleyen planlara izin vermemelidir.

Prof. Dr. Ersan Şen
Stj. Av. Mehmet Vedat Ervan