MUTLU İNSANLAR....

Bana, ‘yaşadıklarından ne öğrendin?’ diye sorsalar. Öğrendiğim şeylerden bir tanesi;   ‘zamanın acımasız dişlilerinin, her şeyi yavaş yavaş değiştirdiği, dönüştürdüğü ve yok ettiğidir’ derdim.

Şimdi daha iyi anlıyorum ki mutluluk çok şeye sahip olmak ile olmuyor. Bir insan mutluysa mutlu, mutsuzsa mutsuz oluyor. Mutluluk dışarıda aranacak bir şey değil, o içeride aranacak bir durum. İnsanı mutlu yapan şey maddi zenginlikler değil, manevi zenginliklerdir.

Çocukluğumda bir gecekondu mahallesinde ki, 80 metrekare küçük bir evde ki özgürlüğüm, şu an içinde oturduğum 165 metrekare lüks dairenin içinde yok. Çocukluğumda içinde oturduğum o küçücük evde kendime ait bir yatağım var mıydı? İnanın onu bile bilmiyorum. Ama kafamda kavak yellerinin estiğini, her şeyin tozpembe olduğunu, dünyanın benim etrafımda döndüğünü biliyorum. Bakkaldan aldığım kolanın tadı başkaydı, her şey çok güzeldi, her şey saf, berraktı. Çocukluğum çok güzeldi. Kayseri kalesinin altında bulunan turşucudan turşu suyu ile yarım içli kete almak muhteşemdi, tadı bambaşkaydı, bitmesin isterdim. Kayseri kalesine, kapalı çarşıya, yeraltı çarşısına gidip alamasam da vitrinlere bakmak çok güzeldi. Cumartesi televizyonda Türk filmi beklemek, pazar sabahı Kara Şimşek, Voltran, He Man… Mahalle maçları, saklambaç, çelik çomak, topaç, misket… O oyunlarla sosyalleştik, fiziksel olarak geliştik. Mahalleye yeni bir çocuk taşındımı hemen gelir ‘bende oynayabilir miyim?’ der, katılırdı oyuna. Hiç kimse yadırgamaz, dışlamaz, başka gözle bakmazdı. Okumak büyük adam olmak gibi bir derdim yoktu. Zaten etrafımda o konuda yol gösteren kimse de olmadı. Babam ders çalışın okuyun derdi, o kadar. Yarış atı gibi bizi birileri ile kıyaslamaz, yarışta geride kaldığımız için kızmazdı. Gezmek, tozmak, oyun oynamak eğlenmek çok güzeldi. Şimdiki çocuklara bakıyorum da, biz gerçekten çocukluğumuzu çocuk gibi yaşadık. Belki bu günkü kadar imkanlarımız yoktu. Mesela biz çocukluğumuzda servis görmedik. Okula yürüyerek gidip geldik. Yaz-kış, sıcak-soğuk demeden yürüyerek. Şöyle bir düşünüyorum da öyle fazla kilolu kimse de olmazdı, her sınıfta tek tük. Şimdiki duruma bir bakalım. Servis denen şey rahatlıkla birlikte kiloları da getirdi beraberinde.

Mutluyduk kısacası. Kafamızda kavak yelleri, siyasi, ekonomik, ağır mevzular bilmezdik. Pili bitmesin kaygısıyla kulaklarımıza taktığımız walkmanın içindeki kaseti çevirip çevirip dinlerdik. VHS kaset kiralamak için otobüse biner, Sivas caddesine gider kaset kiralar, kimliklerimizi kaseti tekrar iade edinceye kadar kiraladığımız yere bırakırdık. Kasetin kiralama süresi bir hafta olurdu. O kasetleri defalarca izler, ezberlerdik. Ben ve kardeşim dövüş filmlerini, ablam Küçük Emrah’ın filmlerini isterdi. Çok kanallı yayına geçince kaset kiralama işi de bitti.       

Geçenlerde girilmez denen mahalleler diye bir video izledim.  Videoda bu mahalleler ve oradaki insanların yoksullukları anlatılmaya çalışıyordu. Görüntülerde fakirliğin içerisinde ki muhteşem zenginliği gördüm. İnsanların evleri perperişandı, çocukların birçoğunun ayaklarında ayakkabı yoktu, ama hepsi gülüyor, hepsinin gözünün içi ışıl ışıl, hepsi yaşam doluydu. Onlar yoksul olduklarının farkında ama bunu umursamıyorlardı, evet belki daha fazlasına sahip olmak istiyorlardı ama birbirlerine sıkı sıkıya sarılmış, bağlanmış insanlardı.

Şimdi bakıyorum da zengin mahallelerindeki insanlar birbirini umursamıyor, herkes kendi havasında, insan olmanın getirdiği birçok özelliği yitirmiş durumdalar. Aslında fakirler, çevrelerinde kimseler yok. Kendi çaresizce oluşturdukları kafeslerinde mutsuz bir hayat yaşıyorlar. Evet evlerinde son model televizyonları, son model eşyaları var, dolapları istediklerini istedikleri an yiyebilecekleri kadar yiyecekle dolu, ama bu yiyecekleri tüketirken bile zevk alamıyorlar, çok olan şey kıymetini, anlamını yitiriyor, önemsizleşiyor. Ama bir şey azsa öyle mi? yoksul bir çocuğa verdiğin bir muzun onda yarattığı etkiyle sürekli buna sahip olan birisine verdiğin bir muzun onda yarattığı etki aynı mıdır? Yoksul çocuk muzu aldığında muhteşem bir sevinç duyar, bitmesin ister, yavaş yavaş yemek ister, tadına varır. Ama zengin olanın önüne koysan da yemez çok zaman.

            Hayatın bir sürü paradoksu vardır, bu durum da tıpkı böyledir yani esasında zenginlik saydığımız şeyler eğer doğru bir şekilde değerlendiremezsek bizi fakirleştirir. Fakirlik zannettiğimiz şeyler ise birçok şeyin kıymetini gösterdiğinden dolayı bizi zenginleştirir, bu da tam bir paradokstur.

Ekonomide değer paradoksu diye bir şey vardır. Bu paradoksa göre doğada su bol miktardadır, dolayısıyla değeri azdır ama hayati bir öneme sahiptir. Bir elmas ise çok değerli ve pahalıdır ama hayati hiçbir değeri yoktur. Çölün ortasında susuz kalmış bir insana bunun ikisini sunsanız hiç kuşkusuz ki bu insan o anda suya ihtiyacı olduğundan dolayı düşünmeden suyu seçecektir ama normal hayatta suya ulaşmış bir insana elmas mı? su mu? dendiğinde hiç düşünmeden elması seçecektir. İşte bu bir paradokstur. İnsan çoğu zaman asıl ihtiyacı olan şeyleri unutur ve kendisi için o kadar da önemli olmayan şeylere değer verir.

Charles Bukowski’nin dediği gibi ‘Mutlu insanlar; Her şeyin en iyisine sahip olanlar değil, sahip olduklarını kaybetmeyecek kadar çok sevenlerdir.