ALMAN GEZGİN HANS DERNSCHWAM’IN

SEYAHATNAMESİ.

 VİYANA-İSTANBUL-AMASYA YOLCULUĞU

1553-1555

Hans Dernschwam XVI. Yüzyılın seçkin bir hümanistidir.

1494’te Bohemia’nın Alman sınırları içinde kalan Brux’de doğmuştur. Ailesi varsıl. İyi bir eğitim yapıyor. Viyana, Leipzig üniversitelerinde öğrenci oluyor. Felsefe Fakültesi’nde eski Grek ve Roma klasiklerine, tarih yazıcılarına ve coğrafyacıların eserlerine  büyük ilgi gösteriyor.

1513’te O, Budin’de Macar Kraliyet Sarayı’nda prenslere ders veren bir eğitimcidir. Soylular arasında seçkin bir yeri vardır.

Dernschwam çok yönlü, ilgi alanları pek değişik bir araştırmandır. Her şeyi , izlediği, gözlediği her olayı hiç erinmeden kağıda döker. Macaristan ve komşu ülkelere yaptığı gezilerde tarihe, arkeolojiye ilgisi nedeniyle eski yazıtları kopyalar. Bu koleksiyonlar günümüzde eşsiz, benzersizdir.

1553’te 60 yaşındaki Dernschwam, Tuna Havzası’nı işgal  eden Türklerin paytahtını görme isteği duyar. (Bizans’ın yıkılışının, Konstantinopolis’in Türk İmparatorluğunun merkezi olmasının üzerinden 100 yıl  geçmiştir).

Viyana’dan 23 Haziran 1553 günü hareket eden elçilik kurulunda üç atı, arabacısı ve harcamakla tüketemeyeceği kadar çok paranın olduğu  torbasıyla, kendi hesabına yolculuğa başlar. Elçi van Busbeck ( Flaman asıllı Avusturyalı diplomat, yazar .1522-1592 ) gezgin kurulunun  başıdır.

Gezginler kurulu 25 Ağustos günü İstanbul’a ulaşır. Fakat Muhteşem Süleyman ( Kanuni ) Amasya’daki ordugahındadır.  Kurul, zorunlu olarak yeniden yollara düşer.

Güzergah ( itinerer ) şöyledir : Gebze, İzmit, ,İznik, Bilecik, Sangarios Irmağı, Ankara, Halys Irmağı, Çorum, Elvançelebi, İris Irmağı, Amasya.

Menzile eriştikleri tarih : 7 Nisan 1555…

Elçilik Kurulu (Sefaret Heyeti), barış görüşmelerinde büyük bir başarı sağlayamadı. Haftalarca Yeşilırmak kıyısında Amasya’da konuk edildiler. Geldikleri yolu aynen izleyerek İstanbul üzerinden Balkan diyarını geçerek  Viyana’ya döndüler.

Memleketlerine ulaştıkları gün takvimler 1555 yılının11 Ağustos gününü gösteriyordu.

……………………..

Seyahatname’yi daha iyi değerlendirebilmek için I.Süleyman’ın ( Sultan, Muhteşem, Kanuni ) yaşamını bilmek gerekmektedir. 1526 Ağustosunda Mohaç Meydan Savaşı’nda Osmanlı ordusu büyük bir utku kazanmış, Sultan, Budin’e girmiş ve tüm Macaristan fethedilmişti. Fakat Sultan buradan ayrıldıktan sonra iç savaş çıkmıştı. Mohaç Savaşı’nda ölmüş olan Lajos’un yerine kral seçilen Janos Zapolya’yı destekleyen Sultan, Avusturya arşidükü Ferdinand’ın Budin’e girmesi üzerine 1529’da güçlü bir orduyla yeniden sefere çıktı. Önce Budin’i aldı. Sonra 26 eylül ayında pek iyi tahkim edilmiş olan Viyana’yı kuşattı. 3 saldırı sonuçsuz kaldı. Kış yaklaşıyordu, lojistik destek zorlukları nedeniyle kuşatmayı kaldıran Sultan,  60 bin tutsakla Budin’e ve sonra Paytahta döndü.

Ne var ki I.Ferdinand Budin’i kuşatmıştı. 1532’de Sultan, Macaristan’a yeni bir sefer açtı. Buna Alman Seferi der tarihçiler. Bazı Macar kaleleri fethedildi. Budin, Avusturya saldırılarından kurtarıldı. Viyana yolu üzerindeki Güns (Köszeg) Kalesi zorlu savaşlardan sonra ele geçirildi. Bu kale üzerinde Sultan’ın önemle durması, Viyana üzerine yürüyeceği izlenimi vererek Ferdinand’ı bir meydan savaşına çekmek içindi. Ne var ki yeni bir kuşatma gerçekleşmedi ve yılın sonlarında Ordu geri döndü.

1533’de Ferdinand ateşkes istedi. Antlaşmayla Macaristan’ın doğusu Osmanlı Devleti korumasındaki Janos Zapolya’ya, batısı da Ferdinand’a bırakıldı.

Süleyman, bu barış ortamından yararlandı. Doğuda Şii İran önemli bir tehlike olarak duruyordu. 1534’te Sadrazam Makbul İbrahim Paşa İran ordusunu yenerek parlak utkular kazandı. Sultan önce Bağdat’a, sonra Tebriz’e girdi ( Irakeyn Seferi ).

1541’de Avusturya, Macaristan’a müdahale etti. Sultan yeniden sefere çıktı. Orta ve Güney Macar bölgeleri Osmanlı mülkü oldu; Budin Eyaleti oluşturuldu. Beylerbeyi olarak Macar asıllı Süleyman Paşa atandı.

1548’de Sultan Doğu Seferinde Tebriz’i, Van’ı yeniden işgal etti.

1551’de Avusturya barışı ihlal ediyordu. Sokollu Mehmet Paşa, Avusturya üzerine gönderildi.  Beçe, Beçkerek ve Temeşvar kaleleri ele geçirildi.

1553’te Sultan, Nahcivan Seferi’ne çıktı. Şirvan’a girdi; Revan ve Dağlık Karabağ’ı Osmanlı mülkü yaptı.

1555 Mayısında Şah I.Tahmasp’ın isteği üzerine Amasya’da Antlaşma imzalandı. Böylece yıllardır aralıklı olarak süren İran savaşları sona erdi.

…………….

Hans Dernschwam’ın seyahatnamesinde anlattığı Macar diyarı , Payitaht erekli  yolculuğa başladığı tarihte Osmanlı toprağıydı.

1553 yılında Tuna havzası kentlerini, güzergahı incelemeyi tarihçilere bırakarak, biz Edirne, İstanbul, Amasya yoluna odaklanalım.

Edirne :

Yol boyunca kaldırım döşeli eski Roma yolları ve bir veya iki gözlü küçük köprüler gördük. Binlercesi birarada uçan leylek sürülerine rastladık.

Şehir Budin’e benziyor. Güzel üzüm bağları var. Uzakta  birçok cami gördük. Kubbeleri kurşun kaplı. Minareler yükseliyor. Ezandan başka bir şarkıları (!) , hatta müzikleri dahi yok.

Bir kervansaray 600 kadar atı alabiliyor. Bir paşaya aitmiş. Giysileri temiz olmayan aşçılar çorba ve et pişirmişler, herkese dağıtıyorlar. En çok yenilen soğan ve sarımsak.

Kervansarayın en önemli adamı nalbant. Arpa ve saman da satılıyor.

Havsa:

Bir Türk köyü. Köleler tarlaları ekip biçiyorlar, hayvanlara bakıyorlar.

Silivri :

Varoşta çitler arasında açıkta koyunlar gibi bir tarlada geceledik. Tuğladan yapılmış surda mazgal ve kuleler var. Uzaktan 3 cami sayabildik.

Çekmece :

Türk kasabası vaktiyle bakımlı ve tanınmış yermiş. Taş köprüler var. Eski Roma yolu kalıntıları dikkat çekiyor.

İstanbul:

Kaldırım döşeli yolu izledik. Sade görünüşlü bir kervansaraya indik. 29 Ağustos günü elçiler Sultanın damadı Rüstem Paşa’yı ziyarete gittiler. Biz de beraberdik. Paşaya 6 altın yaldızlı büyük Transilvanya kupası hediye ettik. Kupalarda altın florinler ve değerli bir saat vardı.

Padişah Perslerin kralı Safevi hükümdarına karşı harbetmek üzere yola çıktı. Karşı tarafa geçerken toplar atıldı.

Acem diyarı Türkiye kadar kudretli ve zengin değil. Fakat muharip bir millettir. Topu yoktur. Türklerden çok esir almışlardır. Osmanlı ordusu İran’a karşı istemeyerek, zorla harbe gidiyor. Oralar kurak, çöl yerlerdir. Halk fakir ve açtır. Ordu su götürmek zorundadır. Asker un, peksimet, et, pirinç, tuz, peynir taşımalıdır. Safeviler Osmanlı ordusu yaklaşırken her yeri yakıp yıkarak içerilere çekiliyor. Açlık ve susuzluktan ölenlerin haddi hesabı yoktur. Halk da başka yerlere taşınıyor. Ganimet elde edemeyen Türkler zor durumda kalmışlardır. İranlılar esirleri hep öldürüyorlarmış. Oysa Türkler azad eder ya da satarlar.

Macaristan üzerine açılan seferlere  herkes isteyerek, hevesle katılıyor.

İstanbul’da Türkler yeni binalar yapmıyorlar. Eski güzel yapılar da iyi korunmamış. Surlar harap. Hemen bütün evler kötü malzemeden ve tek katlı olarak yapılmış.

Padişah burada çok büyük, çok güzel bir kervansaray yaptırmış. Burada 3 gün hiçbir şey ödemeden kalınabiliyor, yenilip içiliyor. Kervansaraylar gelir de sağlıyor. Bundan hocalar yararlanıyor. Sabah akşam kendilerine çorba, et ve ekmek verilir. Sadaka ve iane ile yaşayan hocalar 3-4 hatunla evlenip harem kurabilirler..

Türkler içki içmediklerinden, yasak olduğundan meyhane işletmezler. Bu işi Rumlar ve Yahudiler  yapar. Ancak Türkler arasında gizli içen çok. Esir alındıktan sonra islam olan dönmeler, yeniçeriler ,savaşçılar gizlenip içki içerler. Yakalanırlarsa sopalı yeniçeriler onlara dayak atar.

Yedikule dolayında Caramanos denilen Hristiyan halk yaşıyor. Tapınmaları Rumca değil; Türkçe. İran’a uzak olmayan Karaman’dan gelmişler. Rumcayı anlamıyorlar. Yavuz Selim, memleketlerini işgal edince bunlar İstanbul’da iskan etmiş. Güçlü, büyük bir topluluk. Kadınları uzun, sivri, ak ya da boyaklı bir başlık giyiyorlar. Papanın giydiği taca benziyor. Kadınlar gezmek için sokağa çıktıklarında bu başlığın üzerine göğüslerine kadar inen ince, tül gibi bir örtü örtüyorlar.

Padişahın İstanbul’un içinde çok sayıda bahçesi var. Acemioğlanlar ekip biçiyor. Her çeşit sebze, meyve yetiştiriyorlar. Salatalık, soğan, sarımsak, maydanoz, havuç, pancar, karpuz, kabak…Meyve ağaçları : Kiraz, badem, armut, elma, erik…Ürünler padişah adına satılıyor ; gelir sağlanıyor.

İstanbul’da nerdeyse yeryüzünde mevcut bütün diller konuşulur. Burası eski Babil’e benzer.

Eğer Türklerde de biz Hristiyanlarda olduğu gibi yemek ve şarap adeti olsaydı ve o kadar bol lokanta ve meyhane bulunsaydı, Türkler sırtlarına giyecekleri elbiseyi almaya para bulamazlardı. Bu memleketin fakirliği onları aç kalmaya, oruç tutmaya mahkum ediyor. Orucu da ayıp olması diye ya da korktukları için tutuyorlar. Aç kalınca kurtlar gibi sabırsız da oluyorlar. Açlığı ve susuzluğu unutmak için günde birkaç kere uykuya yatarlar. Savaş zamanı askerlere oruç tutturulmaz. Özellikle sınırlarda yaşayanlar oruca fazla önem vermezler.

Padişah türbeleri çok güzel bahçeler içinde. Her ilkbaharda çiçekler yeniden ekilir. Buralar cennet gibi olur.

Türkler İranlılarla savaşmaktansa Macaristan’a karşı savaşmayı ve Almanlarla dövüşmeyi tercih ederler. Çünkü İran seferlerinden  fazla bir kazanç ağlayamazlar. Şimdi savaşta oralarda bulaşıcı hastalıklardan çok asker öldü. Sığır, at ve deve gibi hayvanlardan da çok zayiat verildi. Bu durumda gazi askerler ülkeye yaya olarak dönmek zorunda kalacaklar. Zira oralar kurak ve çölden ibarettir. Günlerce gidilse suya rastlanmayabilir.

Türkiye’de şarap seyrek içilir. Üzümden turşu yaparlar. Tatlı bir içki kaynatırlar. Şerbeti de baldan yaparlar. Rumlar şaraba çok su katıyorlar. Yahudiler de çok yüksek değerde, katıksız iyi cins şarap elde ediyorlar.

Türkler darıdan boza yapıyorlar. Bal birası yok. Sadece zenginler bal yerine şeker yiyebiliyor.

Yahudiler hangi ülkede yaşıyorlarsa ora halkının dilini konuşurlar. Hangi ülkeden Yahudi kovulmuşsa Türkiye’ye gelip yerleşiyorlar. Buraya toplananlar Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Portekizce, Fransızca, Çekce, Polonyaca, Yunanca, Türkçe, Süryanice, Yeni Aramca ve diğer dilleri bilirler.

Karaim Yahudileri alelade Yahudilerden farklıdır. Digerleriyle aynı yerde yaşamazlar. Kendilerine özgü ayrı evleri vardır. Kendileri için ayrıca hayvan beslerler, kendi şaraplarını imal ederler. Diger Yahudiler et yerler, bunlar balık yer. Öteki Yahudilerden kız alıp vermezler. Hz Musa’nın 5 kitabına ve 10 Emre bağlıdırlar. Karaim Yahudileri diğer öbeklerden daha varsıldır. Erkek, kadın hepsi de halis ipekli damiska (Şam işi) giysiler giyerler. Kadınlar yürüyen bir kuyum işi gibidirler: altın kolye, bilezik takarlar.  Karaim Yahudileri Kefe ve Rusya’da da yaşarlar.

Yahudilerin dünyadan haberleri vardır. Hristiyanlar aleyhine Türklere casusluk yaparlar. Eylülde kamış bayramlarını kutlarlar. Defne dallarından çardak yapıp altında otururlar. 200 tabağa tabağa meyve ve mevsim ürünlerini doldururlar. Sabah erken havralara doluşup Tanrı’nın kendilerine ne zaman öleceklerini bildirmesini beklerler.

Padişahın tek hekimi de bir Yahudidir. Fakat Yunan ve Latin tıbbından bir şey anlamaz.

8 Aralık 1554 gecesi İstanbul’da büyük bir yangın çıktı. 1000 ahşap dükkan, cezaevi yandı.

Türkiye’de şaşılacak üç şey var : 1. Bütün meczuplar evliya olarak kabul ediliyor. 2. Kadınlar pantolona benzer tuman, don, şalvar giyiyorlar. 3. Erkekler de başlarını sarık, poşu ile kapatıyorlar.

Türkler balı tutmaz ve balık yemekleri bilmezler. Hristiyan ve Yahudiler balıktan değişik yemekler yapıyorlar. Balık pazarı Yahudilerin elinde. Vergisi de çok yüksek.

Kavun bu ülkede çok yeniyor. Kış kavunları tavana asılıyor; bahara kadar duruyor. Ancak Macar kavunları daha lezzetli. Türkler karpuzu da çok yiyorlar.

Hurma, İskenderiye vapurları ile getiriliyor. Çok bol. Kimse hurmanın yüzüne bakmıyor. Bu gemiler pirinç de getiriyor. Türkler pirinci çok tüketiyor. Bu ürün ancak Sultan’ın müsaade ettiği yerlerde yetişiyor.

Türkler yere oturarak yemek yer. Baş yemekleri çorbadır.

İstanbul’da Çerkez, Abaza ve Gürcüler Galata’da gemilerde kürek çekiyorlar. Saçları omuzlarından sarkanlar bekar demekmiş.

Türklerde kadınlar Hristiyan ülkelerdeki gibi değildir. Serbest yaşayamazlar. Evlerinde kalırlar. Yabancılar onlarla konuşamaz. Köleler bile efendilerinin karılarını göremez. Alışveriş için kadın çarşıya, pazara da çıkamaz.

Bu ülkede kadınlar erkek giysileriyle at binerler. Yüzlerinde kara peçe olursa kadın oldukları anlaşılır. Arkalarından bakınca saç topuzlarından  tanınabilirler. Doğrusu at binmek Türk kadınlarına çok yakışıyor Düğünlerinde ipek ve kadife giysiler içinde birçok kadının at bindikleri görülüyor.

Şehirlerde kız ve delikanlılar birbirlerini görmeden evlenirler.

Dünyanın her yerinden Türkiye’ye getirilen kızların en güzelleri seçilip Padişah sarayına veya harem dairesine alınır. Birkaç yüz kız oralarda mahpus hayatı yaşarlar. Önce Türkçe öğrenirler; sonra islami ibadet. Saray terbiyesi sonucunda aradan yıllar geçince bu kızlar ana dillerini unuturlar. Sultan beğendiği kızın önüne içinde 1000 akçe olan bir kese atar. Kız yıkanır, temizlenir, hazırlanır. Hamile kalmayan kız bir daha Sultan’ın yatağını göremez. Bir paşa, sipahi ya da çavuşla evlendirilerek Saray’dan uzaklaştırılır.

Bazı Türkler gerekli sayıda köle satın alırlar. Bunlar her gün çalışarak para kazanırlar. Kaçıp gitmesinler diye satın alındıkları gün sünnet ettirilirler.

Yeryüzünde benzersiz, eşsiz bir tapınak olan Ayasofya Kilisesi’ni Türkler kendi Tanrı’larını takdis için cami haline getirmişlerdir. Küçük bir şehir büyüklüğünde olan bu mabetde vaktiyle din adamları, hizmetkarlar, patrik birlikte oturmuşlar. Burası geçmişte de günümüzde de Tanrı kelamının öğretildiği ve insanların eğitilip yetiştirildiği büyük ve kutsal bir mekandır.

Türkler savaşa gitmeyip hep evlerinde otururlarsa birbirlerine girerler. Zira bu millet savaşa alışmıştır. Bol ganimet alıp geçimlerini sağlarlar. Tarım işlerine alışık değiller. Boş gezerler. Esirler, köleler çalışır, onları beslerler. Şimdiki gibi 10 memleketleri daha olsa yine az gelir. Sultan’ın paralı askerlerden oluşan daimi ordusu vardır.Barış döneminde de ücretlerini alırlar.

Memleketin büyük kısmı verimsiz topraklardan ibarettir. Hiç kimse vergisini devlete tam olarak verecek durumda değil. Hristiyan ülkelerden para sağlanır.

Türkler özgürlüklerine, bağımsız yaşamağa pek düşkündürler. Ne var ki, ellerinde, evlerinde barklarında birşeyleri yoktur.

Padişah halkına yeni bir savaş görevi yükleyip onları meşgul etmek zorundadır. Yoksa ülkede ayaklanmalar çıkar ve ülke kendi içinden yıkılarak padişahlık yönetimi son bulur.

Kartal :

9 Mart günü Üsküdar’a geçtik. Bir caminin yanında geceledik. Bir taş köprünün altından cılız bir su akıyordu. Doğuya doğru ilerledik. Taşlı, çakıllı yollar. Marmara Denizi’ndeki adaların sahillerindeki evler görülüyor. Kartal’da pek çok cami var. Vaktiyle güzel, sefalı bir yer imiş.

Gebze :

Eski adı Viso imiş. Bir Rum köyünden geçtik. Güzel bir yer Gebze. Fundalar ve çileğe benzer daha büyük meyveleri olan kocayemiş ağaçları çok. Bulgar köylüler var; ordugahtaki atlara bakıyorlar, su ve odun taşırlar.

Gebze’de güzel bir cami ve herkese Allah rızası için çorba verilen bir kervansaray var. Konaklama ücreti ödenmiyor. Hayrat olarak yapılmış. Arpa ve saman için ödeme var. Hannibal’ın mezarı da burada. Eski yapıların taşları cami yapımında kullanılmış.

İzmit :

Eski adı Nicomedia. Türkçede İsminik. Bir kaya üzerindeki eski şatonun kuleleri var. Burası Hereke imiş. Sevimli bir derecik dağdan aşağıya şırıl şırıl akıyor. Burası çok güzel bir yer.

İzmit kısmen harap. Çok güzel eski bir Bizans şehri. Burası da İstanbul gibi 7 tepe üzerine kurulmuş. Depremlerden yıkılmış kiliseler var. Türkler birini cami yapmışlar. Eski yapıların mermer sütunlarını gemilerle İstanbul’a götürüyorlar.

İznik :

Pek enli olmayan uzun bir göl gördük. Bu gölün balıkları pek lezzetliymiş. Yolda davar sürülerine rastladık. Büyükbaş hayvan görmedik.

İznik eski ve müstahkem bir Bizans kenti. Daire biçiminde.  Şimdi harap durumda. Surları iki sıralıymış;  yıkılmış. Kale ve eski yapılar kalmamış. Burayı fethetmek için 7 yıl savaşmış Türkler. Yıkık surların arasında Türklerin evleri ve bahçeleri görülüyor. 40 Rum yaşıyormuş küçük bir kiliseleri var.

12 arabalı bütün kafile bir kervansaraya indik. Burada Macar, Alman, Hırvat ve başka uluslardan tutsaklar vardı.

Yenişehir :

Dağın en yüksek yerinde halkı Sırp olan bir köy var. Yenişehir çevresinde buğday yetiştiriliyor. Düz bir alan. Padişahtan gündelik alan askerler burada yaşıyorlar. Bunların tarlası, hayvanı var. Ayrıca kölelere de sahipler. Onlar çalışıp Türkleri besliyorlar. Bu tutsaklar Türklerin buyruğunda 10-15 yıl kadar çalışıyorlar. Sonra özgür olabilir. İslamlığı seçenler de oluyor.

Uludağ :

Türklerin Keşiş Dağı dedikleri…Olimpus bu olmalı. Strabo bu adla anıyor. Dağda bir göl varmış. Buzlarını kırıp İstanbul’a götürüp satarlarmış.

Pazarcık :

Rum yok. Bir mescit var. 12 meşeden direkli herkese açık Kervansarayda 150- 200 at barınabilir.

İki tarafı dağlarla çevrili güzel bir yer. Sakin. İki tulum şarabı Rum köyünden getirttik. Pekmez de aldık. Üzüm suyu ve bal karışımı.

Bozüyük :

Güzel, dar bir koyaktan geçtik. Meşe ormanları var çevrede. Çamlar da karışık. Kasaba vadide, üzüm bağları arasında güzel bir yerde bulunuyor.

Bilecik :

Bakımsız bir yer. Burada ipek kumaş dokunurmuş. Eğrigöz de harap durumda. Karacaşar’da Türklerle azınlıklar birada yaşıyorlarmış.

Anadolu  insanları nerdeyse yarı zenci; çok esmerdirler. Her gün güneş altındalar. Avrupa insanı gib zanaat sahibi değiller, para kazanamıyorlar. Çobanlık, çiftçilik gibi işlerle yaşamlarını sürdürüyorlar. Buna karşılık gururlu insanlar, ona buna karşı koyarlar; kafa tutarlar.

Sakarya :

Bithinia ile Galatia arasında Sangarius ırmağı sınır çizermiş. Türkler Sakarya diyor. Köprü yıkık. Zor geçtik.  Göz alabildiğine tarlalar…Yer yer üzüm bağları…İki yandaki sıradağların arasında geniş bir yerey. Killi, çakıllı fakat sağlam, bitek topraklar. Üzüm bağları için pek uygun. Buralar Erdel’e benziyor.

Koyun ve keçi besliyorlar. Koyunların kalın, geniş yağlı kuyrukları var. Keçilerin yünleri ince ve uzun, ipek gibi yumuşak. Tiftikten sof ve diğer ince kumaşlar dokunuyor. Biz yalnız Rumların sofu nasıl yaptıklarını gördük.

Ankara:

Bir tepenin üzerinde hisar vardı. Çıktık ve çevreyi seyrettik. Şehir ve kalesi vaktiyle çok güzelmiş, mükemmel bir yerde kurulmuş.  Kerpiçten yapılmış küçük bir Ermeni kilisesini gezdim.  Ermeniler zahiren Hristiyandır. Gerçekte ise onlar da Rumlar gibi tam inanmış Hristiyan değillerdir ve papayı da sevmezler.

Kalenin içi tıpkı bir şehir. Kerpiçten alçak evler var. Bir de cami bulunuyor. Şehir aşağıya düzlüğe doğru alabildiğine gelişmiş. Evler rastgele ve sokaklar plansız. Damlar toprakla örtülüvermiş. Yapılar ahıra benziyor. Deve, at, katır için yapılmış gibi. Güzel mermer sütunlar da gördük. Fakat yazılı olanlar kırılmış.

Türkler tarih bilmezler. Çoğunluğun okuması yazması yok. İmamlar da halka okudukları duaları anlatmazlar. Türklerin ibadet dili Arapçadır. Bizde kiliselerde Latince ne kadar anlaşılıyorsa onlarda da Arapça o kadar anlaşılır.

Çankırı :

Kızılırmak Kapadokya ile Galatia’yı birbirinden ayırıyor. Azgın bir sudur. Yükseklerden, kayalıklardan hızlı akıp gidiyor.

Halk sadece hayvancılıkla yaşıyor. Başka bir geçim yolunu, ticaret şeklini düşünmüyorlar. Nisan başlarında evlerinden ayrılan köylüler yüksek yerlere, su kenarlarına çıkıyorlar. Hayvanları da yanlarında.

Çorum :

Bir Türk şehri olan Çorum büyük değil. Bizdeki büyük bir köy kadar. Etrafında su yok. Bir dağın eteğinde kurulmuş. Vadiye bakıyor. Önünde yemyeşil, güzel, geniş bir düzlük uzanıyor. Şehirde Türklerle birlikte Rumlar ve Ermeniler de yaşıyor.

Elvan Çelebi :

Çorum’dan 5 saatlik mesafede bir tekke olan Elvançelebi’ye ulaştık. Burası bir Dergahtır. Padişah burada gecelemiş. Tekke dervişlere özgü bir tür mescit. Rumların manastırına benziyor...

Arazi çıplak. Padişah burada avlanmış. Çok keklik var.

Elvançelebi köyünde ahşap bir mescit var.

Bu memlekette halk öylesine geri bırakılmış ki, ekmeği bile iyi pişiremiyorlar. Fırınları yok. Her yerin ekmeği değişik.

Amasya :

İstanbul’dan yola çıktıktan 30 gün sonra Amasya’ya ulaştık. Padişah o sırada sürek avındaymış. Halk üzüntülü ve kızgındı. Şehzade Mustafa öldürülmüştü. Bir başka üzüntü konusu da İran Seferinin sürüp gidiyor olması idi.

Amasya, coğrafyacı Strabo’nun memleketidir. İris Irmağı buradan geçerek Pontus Denizi’ne dökülür. Eski bir taş köprüden geçtik. Yörede tarlalar, üzüm bağları, meyve bahçeleri uzanıyor.

Görkemli bir yüksek kaya üzerinde kale yükseliyor.

Elçiler Ahmet Paşa’yı, Ali Paşa’yı ziyaret ederek altın sikkeler armağan ettiler.

Padişah 12 Nisan Cuma günü at üzerinde camiye gitti. Yeşil bir kaftan var üzerinde. Ahmet, Ali, Mehmet paşalar  önden gidiyordu. Padişahın önünde 7 seyis daha kimsenin binmediği 7 atı yediyorlardı. Atların eğerleri altın işlemeliydi.

Paskalya günü çıkan yangında kerpiç evler yandı. Paşalar ve yeniçeriler yangını söndürmeğe çalıştılar.

Şehzade Mustafa’nın katlinden dolayı bölge halkı kızgın, üzgün. Halkın bir bölümü gizli gizli İran’ı tutuyor ( Şah’ın Anadolu’da, Kapadokya’da Şiiliğe taraftar bulmak için çalışan çaşıtlarının etkili olduğu sanılıyor ).

Daha önce Şehzade’nin, şimdi de Padişah’ın yaşadığı  saray dağın eteğinde, çevresi bahçeli olan bir yerdir.

Amasya’da 11 Türk camisi var. En güzeli Padişah’ın selamlığa çıktığı Beyazıt’ın yaptırdığı çifte minareli camidir.

Yeşilırmak üzerinde 3 taş ve 1 tahta köprü var. Vadinin iki yamacında, kırlangıç yuvası gibi birbiri üstüne yığılmış  kerpiç evlerden ortaya çıkmış yoksul bir kent. Evlerin pencereleri de düzgün değil. Odalar mahpus damı gibi. Mutfak da yok. Küçük ocaklarda çorba pişiriyorlar.

Kalenin dış görünüşü  çok güzel. Fakat surlar pek ince. İç Kale’de kerpiç evler var. Hizmetkarlar ve kalenin kumandanı yıl boyunca hiç ayrılmadan burada yaşıyor. Sabah ve akşam kaleden aşağıya doğru borazan, davul çalınıyor. (*)

…………………

Değerlendirme :

Yazımızın ilk cümlesi gezginin bir hümanist olduğuydu.

Fakat, yaşadığı yüzyılın insancıllık anlayışıyla günümüzdeki insan sevgisi arasında farklar vardır.

Yazar, her ulusu Almanların yaşayış düzeni ile karşılaştırarak acımasızca eleştirmektedir. Ona göre Almanların dışında herkes tembeldir, pistir, temizlik alışkanlığı yoktur. Buna Macarlar, Sırplar, Yahudiler, Ermeniler, Rumlar da dahildir. Özellikle Türkler ne ekmek yapmasını bilir, ne yemekte temizlik kurallarına uyar.

Her öğünde yemeğini şarapla yiyen gezginin en büyük sıkıntısı nitelikli şarap bulamamasıdır. Yalnız Türkler değil Rumlar,  Ermeniler, Yahudiler de şarap yapmasını bilmemektedirler. Üzümü ezerek ve şıraya bal karıştırıp kaynatarak pekmez yapan Türk halkını, gezgin cahillikle suçlamakta; bağ ve bahçelere önem vermediği için eleştirmektedir.

Macaristan’ı işgal eden ve Viyana’yı kuşatan Türklerin Avrupalılarca sevilmesini beklememek gerekir. Fakat yazar sık sık, kargışlarla, ilençlerle Sultan’ın ve onun halkının, ordusunun başına felaketler gelmesini dilemektedir. İranlılarla savaşlar devam etsin de, batıya doğru akınlar olmasın, Osmanlı Ordusu Tuna’dan batıya doğru ilerleyemesin. Gezgin bu düşüncesini sık sık yinelemektedir.

Seyahatnamede dikkat çeken ise Muhteşem Süleyman’ın padişah olduğu görkemli imparatorlukta gerçek anlamda üretimin olmadığı, ekonominin savaşlarda elde edilen ganimetlere dayalı olarak yürüdüğü, payitaht İstanbul’da ve taşrada  güvenliğin tam sağlanamadığı, tarımın ve hayvancılığın öneminin anlaşılmadığı , yolların bozuk olduğu, köprülerin yıkık bulunduğu, han ve kervansarayların pek de gecelemeye elverişli yerler olmadığı vurgulanmakta,  ağır eleştiri sık sık yinelenmektedir.

Kiliselerde, manastırlarda, katedrallerde, şapellerde  rahipler cahildir; okudukları Latince duaların anlamını bilmemektedirler. Cami, tekke, dergah, mescitlerdeki Müslüman din adamları cahildir; okudukları Arapça duaların anlamını bilmediklerinden , halka da açıklama yapamamaktadırlar.

Batıda Avusturyalılarla, doğuda İranlılarla yapılan savaşlar halkı bıktırmış durumdadır. Nizam-ı Alem için evlat katli halkın gözünde padişahın saygınlığını azaltmaktadır.

Seyahatnamede Türkler tek bir yerde öğülmektedir : Türk kadınları at binmeyi seviyor. Doğrusu , Türk kadınına at binmek yakışıyor.

Hümanist olarak tanıtılsa da Alman gezgin araştımacının diplomasi tarihi için bir Sefirler Heyetinde yer alıp, Anadolu’yu XVI. Yüzyıl ortalarında bir çizgi boyunca da olsa tanıması ve tanıtmasından, verdiği bilgilerden  alacağımız pek önemli dersler vardır.

………………….

Dernschwam H. 1987. İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü. Çeviren : Prof Yaşar Önen. Kültür ve Turizm Bakanlığı yay. 885 Tercüme Eserler Dizisi : 62. . Ankara

……………………..

(*) Flaman kökenli Avusturya hizmetinde diplomat ve yazar olan Ogier Ghislain de Busbecq ( 1522. Flandre - 1592 Rouen ) Kanuni döneminde ( 1520-1566) Osmanlı Devleti’nin durumunu anlatan eserleriyle tanınır.

İran seferinden dönmekte olan Kanuni Sultan Süleyman ile 1555’de Amasya’da görüşen Busbecq, Padişah’ı ancak 6 aylık bir ateşkese razı edebildi. Sürekli barış için çabaları daha sonra da sürdü. İki kez daha İstanbul’a geldi. 1562’de Avusturya ile Osmanlı Devleti arasında 8 yıllık bir antlaşma imzalanmasını sağladı.

Busbeck gezip gördüğü yerlerde tarih, dil, botanik ve zooloji araştırmaları da yapmış, Osmanlı topraklarından topladığı 250 kadar eski yunanca yazmayı, antik para ve kitabeyi Viyana’ya götürmüştü. Ankara’daki Augustus Tapınağını da batı bilim dünyasına Busbecq tanıtmıştır. İstanbul ve Amasya Seyahatnamesi, Türklere Karşı Alınacak Askeri Önlemlerle İlgili Öneriler, 4 Elçilik Mektubu ve Elde Bulunan Bütün Eserleri adıyla yayımlanmıştır. Bunlar Latince yazılmışlardır. Türk Mektupları 1939 yılında ünlü gazeteci Hüseyin Cahit Yalçın’ın çevirisiyle yayımlanmıştır.

……………………….