Tarih insan demektir. Medeniyetimiz çağımıza gelene kadar kayıtlardan silinmişbirçok yaşanmışlıklardan geçmiştir. İnsan manzaraları, yaşayanlarımıza idol olacak insan hazinelerimiz geleceğimize ışık tutmaktadır. Bunları kategorize ettiğimizde göç hikâyelerinin yeri gerçekten ayrıdır. Şiirlere, şarkılara ve romanlara da konu olan göçler, gurbet eller diye anılmış, sılaya haberleri; Sunalar ve turnalarla taşımışlardır. Mektuplar, tebrikler gözyaşlarına bulanmış, hasretler hep sinelerde kalmıştır.
 
1960’lı yıllarda başlayan Almancı furyası yıllarca devam etmiştir. Bunun sonucu yüzlerce binlerce aile başta Almanya olmak üzere öteki Avrupa ülkelerine de göç etmişlerdir. Köyden kente göçün de başladığı o yıllardan sonra köylerimiz ufalmaya devam etmiştir. Şehirlerde de manzara değişmemiştir.
Fabrikalar, iş merkezleri büyük şehirlere kurulmasıyla, köylerden ve küçük şehirlerden büyük merkezlere göçler devam etmiştir. Sadece İstanbul’da 200.000’in üzerinde Nevşehirli yaşadığını duymuştum.Şu anda Nevşehir’de yaşayan Nevşehirlilerin oranı %25 olduğu kanaatindeyim.  Bu sayı şu anki Nevşehir’den daha çoktur.  İstanbul ve Avrupa’da üçüncü nesiller hayat sürmektedirler.
Hayat bir şekilde devam etmektedir. Bir üründe emeğin hissesinin %30 civarlarında olduğu hesaplanırsa işçilerimizin Avrupa’ya katkıları da bellidir. Önemli olan onlar rahat mı? Huzurlu mu? Onlar bizim insanlarımız.
Konunun bir başka yönü de ikinci dünya savaşından çıkan Avrupa’nın nasıl kısa zamanda kalkınması, özellikle birçok insan kaybı yaşamış, şehirleri, fabrikaları yıkılmış Almanya’nın nasıl kısa bir süre içinde kalkınması ve Türkiye’nin birçok potansiyeline karşı kalkınamaması neden? Bu konu üzerinde milletçe düşünmemiz gerektiğine inanıyorum. Avrupa’daki insanlarımızın hakları korunuyor mu? Türkiye bunun için ne kadar çalışıyor, Pkk belasında bile oradaki insanlarımıza bir takım sıkıntılar yaparak bizlerin canlarını yakabiliyorlar.
Zaman hızlı bir nehir gibi akmaktadır. Kayıt tutulmadığında unutulup gitmektedir. Sessiz çoğunluğun yaşamlarından kesitler sunmaya başlıyorum. Hikâyedeki çocuk benim. Yazı dizimi beğeninize sunmak isterim. Asker hikâyeleri, yaşanmışlıklar, komiklikler ve başka renkler… Bir tek ortak noktası Nevşehir’de yaşanmış olmasıdır.
 
ALMANCI
Gurbetler, nedense bizim insanlarımızı hep çekmiştir. Adına Türküler yaktığımız gurbeti ya içimizde duymuşuz, ya da uzak diyarlara gitmiş, hasreti aramışız, bulmuşuz da… Analar hep yolları beklemiş, kim bilir belki de vatana onun için Anadolu demişler.
Ekmeğinin peşinde, işinin peşinde koşmuş durmuş insanlarımız. Gurbetlere gitmişler, gitmişler de buraları hiç unutmamışlar.
Gurbette bir iğde çiçeği, Nevşehir simidi, kabak çekirdeği, üzüm suyu vatanı hatırlatır dururmuş. Türküleri, hele birde Peri bacalarının adı geçtiği zaman, değme gitsin hasret acısına… Hayret! Hasret o zaman tatlı bile gelirmiş.
“ İşte buralar benim vatanım. Ah canım! Keşke orada olsaydım.”
Demekten kendilerini alamazlarmış.
Almancı Sıtkı’da 1950’li Yılların sonunda önce İstanbul’a, sonra da Almanya’ya gitmişti. Ne iş bulursa, çalışır dururmuş, garibim.
“ İstanbul, yine gurbet değilmiş, hepsi bir otobüsün başında, bindin mi memlekettesin. Almanya gurbetin adıdır, arkadaş.” Derdi.
Sıtkı Almanya’ya alışmaya çalışıyordu. Sisli ve yağmurlu havasında koşturup duran insan seline kendini kaptırmış, hasrete bile zaman bulamıyordu.
“ Yorgunluk ilaçmış arkadaş! İki vardiya çalışırsan, derdin sıkıntın kalmaz. Dinlendiğin zaman da uyur kalırsın. Masrafın bile az olur.”
“ Garip anam ne yapıyor? Hastamı, sağrımı, iyimi bilmiyorum. Anama öyle tebrik atıyorum. Hani şu süslü Almanya resimlerinden… Ben hasta, sağrı da olsam; “İyiyim Anam” Diyorum. O da öyle diyordur, zahir.”
Annesinin parasını hiç ihmal etmez, devamlı gönderirdi. İki kız kardeşi vardı, ikisi de evliydi. Biri Nevşehir’deydi. Hiç olmazsa annesini arada bir yoklardı. Konu-komşuda göz kulak olur, Annesi geçinip giderdi.
Çocukluğunun geçtiği evi satmışlardı. İhtiyar kadın kirada oturuyordu. Toprak insanı olan annesi, Nevşehir’in eski töresine uymuş, bağlara bakamam da hozan olur diye, o güzelim üzüm bağlarını elinden; Bir, bir, ucuz ucuz çıkarıyordu.
Sıtkı’nın en mutlu günleri, bazı yıllarda memleketini ziyarete gelmesiydi. Hele Ankara’yı geçip de Tuz Gölü’nün görünmesi ayrı bir heyecan verirdi.
“ Aksaray sapağından sonra memleketteyim.” Derdi.
İşte o zaman sevineceğine mahzunlaşır, gözleri yaşarırdı. Hasan Dağı’nın heybetli duruşuna bakar, dalar giderdi. Yollarda iğde ağaçları, ekini kalkmış anızlar, kabak tarlaları…
Otobüs, Acıgöl’ü geçip iyice Nevşehir’e yaklaşır. Çatal dere, Kapaklı pınar, Keçi kalesi, Arılık, Sarı yaprak derken Kahveci Dağı’nın arkasından güzelim kale görünür.
“ İşte vatan, işte kokusu, işte huzuru…”
Eski Sanayi meydanında otobüsten inince gözleri öyle tanıdık kimseleri arardı. Elinde valizi, çocukluğunun geçtiği yollardan yürüyerek sevinç içerisinde annesinin evine doğru gider, kapının o eski tokmağına vurarak çalardı. Annesi kapıyı açınca karşısında Sıtkı’yı görür, ağlaşarak kucaklaşırlardı. “Hasretin, vuslatın bini bi para.” Yaşlı Anne; Hasretini çektiği, uğrunda hayatın nice zorluklarına katlandığı, her gün yollarına bakıp, laflarını ettiği oğlu gelmişti.
Hasretin bittiği mutlu bir akşam geçirirlerdi.
Ertesi gün Sıtkı, küçük radyosu elinde, sarı takım elbisesini giymiş, İsviçre’den almış olduğu saatini de koluna takmış bir vaziyette çarşının yolunu tutardı. Tanıdıkları gezer, arkadaşlarını ziyaret ederek hasret giderirdi. Çarşıdan alış-veriş yapar, akrabalarına ve tanıdıklarına hediyelerini verirdi. Bu merasim her geldiğinde tekrarlanır dururdu.
On beş-Yirmi gün sonra vedalaşma saati gelir, tekrar Almanya yollarına düşülürdü.
Çalışmalar, yorulmalar hayatın bir rutini haline gelmiştir. Bu ortamlarda, yıllar hızla birbirine kovalıyordu. Sıtkı’nın saçlarına karlarda yağmıştı. Hasretin çiçeği kos kocaman bir ağaç olmuş, olmuşta kabuk bile bağlamıştı.
Yaşlı anne; Yalnızlığı, hasreti ve acılarıyla, birde hastalıklarıyla mücadelede yorgun düşüp, ölüp gitmişti. Sıtkı, annesinin cenazesine bile gelemedi.
Yıllar yine yılları kovalamaya devam ediyordu. Anası olmayınca da, Sıtkı’nın Nevşehir’e pek gelesi olmuyordu.
Hasret, hasret derken artık yaşlanmış olan Sıtkı, bir Ağustos akşamı Nevşehir’e döner. Gidecek evi olmadığı için de, Belediyenin yanındaki otele yerleşir. İçi buruk bir şekilde memleketini doyasıya gezmektedir. Eski bir tanıdığının evine ziyarete gittiğinde;
“Eski mahallem değişmiş, tanıdığım kimselerle karşılaşamadım. Yanıma tanıyan birini veresenizde, eski evimizi ziyaret etmek istiyorum.”
Sıtkı’nın yanına bir çocuk verirler. Beraberce Bektik Mahallesinin dar sokaklarından geçerek, Abdi Bayırındaki evlerine varırlar. Çocuk hemen kendisine tembihlenen evin kapısını çalar. Annesinin selamını söyleyerek, durumu anlatır. Kadın Sıtkı’yı da tanımıştır. Hemen başörtüsünü takan kadın, Sıtkı’nın eski evlerine varır. O da durumu anlatır. Kapıyı açan kadın, Sıtkı’yı eve buyur eder. Hatta küçük çocuğunu yanına alarak, komşusunun evine gider.
Sıtkı ilk önce kapıya dokunur. Kapı o eski kapıdır. Tokmağı da değişmemiştir. Kara Kepez’den kesilmiş eşiği dahi yerinde duruyordu.
Yavaş, yavaş eve girer. Merdivenler aynı, hava aynıydı.
“ Anne “ Diyecek oldu neredeyse…
Kardeşleriyle oynadığı yerlerde yerinde duruyordu. Mutfak, kendi odası…
Sessizce seslendi;
“ Anne, anne…” Ses yok.
İşte o anda, gurbetlerinde ağlatamadığı Sıtkı sesini koyuverdi. Ağlıyordu. Hasretlere, yıllara ağlıyordu. Diz çöktü iyice ağladı.
Sonra köşedeki seccade de, Annesinin namaz kıldığı yerde namazını kıldı.
Merdivenin altındaki çeşmede yüzünü yıkayıp, kana kana suyunu içti. Sonra çocuğa dönerek;
“ Gidelim, burada işim bitti.” Dedi.
Bir tanıdık kadına, birde evin sahibine birer kutu hediye verdikten sonra çocukla orayı terk ettiler. Yolda çocuğa;
“ Orada yabancıyım, burada Almancı… Aslında iki tarafta da yabancıyız, çocuk! Yaban olmuşuz, yabancı olmuşuz. Hasret sanırım bizimle mezarımıza kadar gelir.”
Söylediği lafları yıllar sonra anlayacak olan çocuk, adama boş gözlerle bakıyordu. Hatta niye ağladığını dahi anlayamamıştı.
“ Büyükler niye ağlar ki! Dayak yemedi, düşüp bir tarafını da incitmedi… Hayret doğrusu.”
Annesinin mezarını da ziyaret eden Sıtkı, tekrar Almanya’ya döndü. Sanırım bir daha da Nevşehir’e gelmedi.

Gurbet elden ne haberler getirmiş,
İhtiyar Anan yollarına bakıyor
Şükür olsun bu yıl yine ölmemiş,
Ruhum yine Nevşehir’de geziyor.
 
Göçmen kuşlar gibi sükûn ederler,
Tuna Boylarından girerler Yurda
Gelmeyen kimseler selam söylerler
Gelir selamları mektuplarında.

Bahadır DEDEOĞLU
 

Almanya Furyasının yeni çıktığı zamanlar

Memleket Manzaraları

Almancılara dağıtılan nasihat bildirilerinden bir örnek.