ÜZÜMÜN DÜNÜ BU GÜNÜ VE YARINI...                                                                                    

Üzüm insanoğlu nun tarıma aldığı en değerli bitkilerdendir. Cennet meyvalarından olduğu da kabul edilmektedir. Üzümün latince adı; Vitis Vinifera’dır. Asmagiller familyasından, çok yıllık, tırmanıcı odunsu bir çalı olarak geçmektedir. Boyu budanmaması halinde 18-20 Metrelere kadar uzanır. Kökü ise 50 metrelere kadar toprağın içine işlemektedir. Tarihinin insanlık tarihinden öncesine kadar uzandığı bilinen bitkilerdendir. Günümüzde yüzlerce çeşidi, binlerce çeşidi bulunmaktadır. Hatta yöresine göre isim yapmış cinsleri de az değildir.

İnsanoğlunun bir çok yönden işine yaradığı için, mükemmel bir peyzaj bitkisi de olduğu için yaygınca tarımı ve dikimi yapıla gelmiştir. Şarap bir zamanların en yaygın içeceği yine üzümden fermente yolu ile elde edilmesinden dolayı kullanım ve gelir getiren ürün olmuştu. Nohut, üzüm suyu ve küp, izbe ve kısmen serin yerde artı zaman  şarabın üretilmesine yetmekteydi. Ortalama % 37 civarında da alkol oluşmaktaydı. Şarap için her yörede ayrı bir üzüm türü öne çıkmaktadır.

Yöremizde; Kurutmalık olarak kara üzüm tercih nedeniyken pekmez için de yine kara üzüm ve emir üzümü (Su miktarı en yüksek kabul edilir) kullanılmaktadır. Diğer üzüm türleri de aynı amaçla kullanılsa bile genellikle Parmak üzümü ve buludu türleri hevenklik, mis üzümü gibi türler de sofralık kabul edilmektedir. Yaprakları yemeklik için kullanımı genelde beyaz üzümden tercih edilmektedir. Yöremizde öne çıkan üzümler bunlar olsa da Anadolu’da İzmir’in çekirdeksiz üzümünün ismi de önlerdedir.

Üzüm insanlarla çok güzel bir motivasyon sağlamıştı. Çocukluğumda asması olmayan ev çok nadirdi. Mahallelerdeki her asma değişik bir üzüm sergilerdi. Asmanın dik kökleri olduğu için binalara zarar vermezdi. Yaprakları dolma yemeğinde kullanılırken, çubukları tandır yakardı. Kütükleri sobalarda yanardı. Asma, hayatlarda, balkonlarda ve hatta damlarda gölgelik köşeler oluştururdu. Tabii bu gölgelikler yazın bayağı kıymetliydi de…

Nevşehir çarşılarının da peyzajında yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Bu yüzden çarşı da yem yeşildi. Yeri gelmişken çarşı yollarının ortasından ( Üstü açık kanal) sokak ve çarşı çeşmelerinden artan tertemiz su ile çarşılarımızın güzelliklerine güzellik katarlardı.

Borus vadisinin doğu cephelerindeki güneşli tepelere bakacak olursak yüzlerce seki ile karşılaşırız. En ufak toprak parçası değerlendirilmiş, küçükte olsa aynı araziden çıkan taşlarla seki yapılı vermiş. Bilen bilir ki, tepelerde yüz suyu oldukça yüzeye yakındır. Günümnüzde İç Akar ve Uyuz Pınarı bunların biraz büyükleridir. Çayın akar yoluna yani sel yatağına yapılan Külliye civarlarında da onlarca pınar bulunmaktaydı. Vadinin doğu yamaçları ayrıca lodos rüzgarlarına ve yağmurlara açıktır. Asmaların çok sevdiği bol güneş, bu tepelere habitat literatöründe geçen “Güneşli tepeler” tabirini de tam anlatmaktadır. Toprak ise hışırlı, adeta Rabbim bu tepeleri üzüm yetiştirsinler diye yaratmış gibi durmaktadır. İlk alacalar zaten bu tepeden elde edilmektedir.

Üzüm her yerdeydi. Kahveci Dağı’nın batı yamaçları, Ali Efendi mevkii, Kara tepe, Şıkşıkı bayırı, Kapaklı pınar, Kızıl tepeler, Haflı, çakmaklık her taraf üzüm bağlarıydı. İlçelerimiz ve köylerimiz de üzüm bağlarıyla doluydu. Çatal Dere’de ki bağımıza bağ bozumune gitmiştik. Sefer yapacak eşekler, imece yada yardım için gelmiş dostlarımız çalışmaya başlamıştık. İki küfe (Bir eşek yükü) tek asmadan dolup eşek eve sefere gönderildiğini bilirim. Güzel günlerdi.

Tarihimizde geyri müslümler (Rumlar, Ermeniler) Bedel öder askere gitmezlermiş. Türk Tebaa yıllarca askerlik yapar, eğer döne bilirse, Nevşehir’e döndüğünde; Askerlikten başka mesleği olmadığı için onun bunun kapısında özellikle de Rumların kapısında bağ işlerinde çalışırlarmış. O yıllarda emekliliğin adı bile yokmuş. Rahmetli Damat İbrahim Paşa, Sultan 3. Ahmed’e bunları anlatırmışki, İçinde medresesi olan Muşkara’nın yeni bir beldeye dönüşmesini sağlamıştı.

Çok uzun yıllar savaşıldıktan sonra Karlofça antlaşmasıyla bu savaşlar bitirilmişti. Aslında, Arabıyla, Yunanıyla bunların kışkırtıcısı o zamanların İngiliziyle aslında Kurtuluş Savaşının sonuna kadar da uğraşlar bitmiyecekti. O zor günlerde bir de Türkmen sürgünü yemiş hayat dahada zorlaşmıştı. Oysa Ermeni ve Rum tebaa ya, bunlar o zaman yaşatılmamıştı.

Üzüm ise topraklarımızda yetişmeye devam ediyordu. Üzümün en karlı tarafı olan ve dahi ihraç ürünü olan şarap Ermeni ve Rum tebaa tarafından üretilir, büyük at arabalarıyla Mersin Limanından ihraç edilirmiş. At arabaları gelirken özellikle narencile getirilip kazançlar çeşitlendirilmiş. Yöremizin şarabı ve sirkesi Avrupa’nın bir yerinde tanınır ve mutebermiş. Türk Tebaa şarap haram olduğu için içki yapmazlarmış. Lakin kuru üzüm, pekmez ve başka üzüm ürünleri yaparmış. Yeri gelmişken, Türk tebaa; Celeplik, çerçilik, halı kilim imalatı, tarla ziraati ile uğraşırlarmış. Ayrıca Türk tebaa Anadolu’nun büyük bir kısmında güvene dayanan ticareti Nevşehir pazarını, Anadoluda önemli yerlere getirmiştir. Üzüm zor yılların kurtaran ürünü olsa da, Kurtuluş Savaşı sırasında önemli bir kıtlık da yaşamıştı. Buğdayları poyraz vurmuş, üzüm asmalarını gıfır sarmıştı. Nevşehirli nin güvene dayanan ticari aklı bu zor yılların iyice zorlaşmadan geçmesini sağlamıştı. Hemen hemen aynı durumda olan İrlanda, böyle bir kıtlığa düşmüş, bir çok insanı ölmüş ve bir çok insanı da Amerika’ya zorunlu göç etmişti.

Yöremiz insanı yaşam biçimi olarak zaten zorlukları tanımaktaydı. Örneğin “Muşkara” Karayara anlamına gelmekteymiş. Demek ki, dövüş aleti olan muşta da aynı kökten geliyor. Damat İbrahim Paşa’nın ilk işlerinden biri de yerleşkenin ismini değiştirmek olduğunu daha iyi anlamış oluyoruz.

Beldelerin isimleri de zorluklardan bahsetmektedir.Bu yüzden Kaymaklı’nın, Derinkuyu’nun isimleride hayrete şayandır. Zor topraklar ülkesi, ateş ülkesi isimlerini taşımaktadır.

Günümüze gelmezden önce üzüm değersizleştirildi. Para etmemeye başladı. Köylerimizde önce Almanya furyası başlamıştı. Daha sonra da köyden kente göç başlamıştı. Köyler yalnızlaşırken üzüm bağları harap oldu. Yüzlercesinin kökleri sökülerek yakacak olarak kullanıldı. Bağlar tarla haline geldi. Tarlalar da harap kaldı. Bu arada üreticiler sadece kendilerine yetecek kadar ürün ekiyorlardı.

Günümüzde bağcılık tekrar canlanmaya ve canlandırmaya çalışılsa da daha çok başlardayız. Zira ta Hititler döneminde yapılan bağcılık yapılmaktadır. Oysa teknik olarak uğraşsalar verimin arttığı gibi emekte azalacaktır. Birde ruhsatlı üzüm yetiştiriciliği başladı ki, kar marjları çok daha yüksektir. Fransa bunu yapıyorsa, Fransızlar beceriyorsa bizim insanımız çok çok daha iyisini yapacağından hiç şüpheniz olmasın. İstihdam artar ve atıl duruumdaki topraklarımız değerlendirilmiş olur. Bu konularda Devletimizin kurumlarının elbette yapacağı işler olduğuna da inanıyorum.

Üzümde olsa, çok dayanıklı da olsa su meselesi gündemin her yerinde duruyor. Üzümün kökleri yapı itibarıyla 50-60 Metre tabana kadar uzar. Bu 10 katlı apartmandan çok daha uzun demektir. Kuyuların derinlikleri 400-500 metrelere indiği bir ortamda üzümden bahsetmeyelim. Lâkin kuyuların ulaşamadığı özgür topraklarda hem doğa şenlendirilir, hem gelir ve istihdam oluşturulur diye düşünüyorum. Güneşli tepeler, vadiler yöremizde pek fazladır. Efendim, şikayet etmeyip karanlıklara bir mum yakalım diyorum.

Bitkilere merakımın olduğunu bilen bilge bir arkadaşım 8-10 adet değişik üzüm fideleri getirmişti. Bu arkadaşım, bir vadi gezisi bir üzüm göstermişti. Öteki üzümleri gıfır sarmış mahvetmişti. Bana gösterilen üzüm ise doğada arzı endam ediyor, en ufak bir zararlı taşımıyordu. Üzümü asmasından daha enteresan duruyordu. Rengi pembe olan üzüm ayrıca oldukça da şeffaftı ve mücevheri andırıyordu. Bana getirdiği sitillerden biri bu üzümdü. Siz hiç ekşi olmuş üzümle karşılaştınız mı? Biri de buydu. Değişik bir üzüm sitilini göstererek muhtemel bu çubuk hiç aşı görmedi dedi. Büyük bir ihtimalle ta Hitit zamanından kalma üzümün ilk halini korumaktadır. Demişti. Üzüm sitilleri çok özeldi. Ekecek yerim olmadığından götürüp çiftliğimizin giriş kenarlarına dikmiştim. Ortağımızada sulaması ve bakım yapması gerektiğini söylemiştim. Bir sonraki gittiğimde çubukların yerlerinde köpek külübeleri görmem beni çok şaşırtmıştı. Kızsan ne diyeceksin ki, başını eğdi cevap bile veremedi.

Efendim yenmemiz gereken en büyük öge cehalettir. Suların kontrolsüz yok olması, bu çubuklara yapılan hareketler cehaletin örneklerindendir. Yeri gelmişken, en azından yöremizdeki çubukların envantere alınması ve onların özgürlük içerisinde gelişmeleri sağlanması gerekir. Elimizde bir varlık olursa o bizimdir ve kıymet biçile bilir. Olmazsa hayal içinde yaşar dururuz.

Yazımı tarihi bir üzüm tatlısının adıyla bitireyim. “Gün balı” İstanbul sarayında en muteber tatlılar arasındaymış. Bağzen gün deyince kayısıda akla geliyor ama bu üzüm müş işte. Unutulmuş. Çok peşine düştüm koyukta köşede birkaç makalede de sadece isminden bahsedilmiş.

Başka bir makalemde üzümün fonksiyonlarından ve şifasından da bahsetmek isterim. Hoşcakalın.