Yükseliş ve yıkılış dönemlerinden örnekler.

            Makalemiz içtimai hayatlardan alınan belgelerle ifade edilmeye çalışılacaktır. Bu ifadeler tarihçilerin bildiği müteferrik (Yazar), seyyah, kaleme ve kayıtlara alınmış kişilerin notlarından oluşmaktadır. Tabi kendi fikirlerimi de sizlerle paylaşacağım.

            Örneğin Koçibey  17. Asırda yetişmiş, Türklerin “Monteskiyö’sü”  lakabını almış değerli bir şahsiyettir. 4. Murat ve Sultan İbrahim devirlerinde padişahlara memleketin hali ve ahvali hakkında, hiçbir şeyden çekinmeden risaleler( Yazılar) sunardı.

            Koçibey yükselme devrini anlatırken, bütün salahiyetlerin padişahlarda toplandığını ifade ederken, bu salahiyetleri kısıtlayan müesseselerden de bahsetmektedir. Bu müessese “İlmiye sınıfı” idi. Bilgin ve bilgisiyle hareket edenlerin çok olduğu bu devirlerde Osmanlı sultanlarının sanıldığı kadar serbest değildi.

            “Ayrıca, bu devir sultanlarının her biri (Kanuniye gelene kadar) şahsiyet sahibi, bilgin insanlardı. Hemen hiç biri etrafındaki devlet adamlarının, saray entrikalarının, kadınların tesiri altında kalmamış, devlet politikalarına bilgisiz kadınları karıştırmamıştır.” Koçibey.

            KENDİ NOTUM: Erkek önde bir toplumdan bahsediyoruz. Dünya tarihinde de istisnalar bir yana hep erkekler önde durmuş ve kararlar vermişti. Yaşanan o devirlerde kadın zaten çoktan beridir haremlikte yaşamış olması, kölelikten hanım efendiliğe çıkan merdivenin fesat ve entrikalardan geçmesi kadınları zorlu bir yarışa sokmuştu. Canlar alınan, canlar verilen bu yarışlarda yetişen, tek bildiği entrika, ayakta ve hayatta kalma becerilerini geliştirmiş bu kadınlardan başka bir şey beklemekte imkânsızdı.

            Mesele kadın da değildi. Ortamdı. Eğitimdi. Duraksama ve gerileme devirlerinde hanım sultanların ömürleri de zaten 35-45 yaş aralığındaydı. Hayretler içinde okudum.

            İnsana yaşamak için huzur lazım olduğunu düşünüyorum. O görkemli saraylarda kim bilir ne zulümler yaşanmıştı. Bu konuda Sami Paşazadenin “Sergüzeşt” romanını okumanızı tavsiye ederim.  Ayrıca, Necdet Sakaoğlu’nun “Bu mülkün kadın sultanları” kitabı da başvuru kitabı niteliği taşımaktadır. Her iki kitapta oldukça ilginç ve akıcı bir dille yazılmıştır.

            Yükselme devrinin hükümdarı Kanuni ise, bil hassa yaşlanmaya başladıktan sonra; Haseki sultanların, kadınların tesiri altında kalmıştı. Saray entrikaları,  ikbal ihtirasları saray kadınlarını ve onlara yardakçılık eden karaktersiz devlet adamlarını, hatta padişahları çok acılı cinayetlere, evlat katli ne götürecek kadar acılı durumlara düşürmüştür.

            Koçibey yazmaya devam ediyor;” Bir zamanlar Osmanlı, ülkesini ve bu ülkede yaşayan köylü ve şehirlileri refaha kavuşturmuş, memleketin bütün tarlaları ekilmiş yem yeşil ZEAMET  usulü kökünden bozulmuş, halk refah yerine zulümden inleten, ekilmemiş tarlaları bozulmuş, verimsiz topraklar haline getiren bir sistem haline gelmiştir.

            Osmanlı İmparatorluğu’nda birbirini kontrol eden sistemler vardı. Bu müesseseler; Hükümdarlık müessesesi, Saray erkânı, ordu, ilmiye sınıfı… ve bazen de halk ve esnaftır…

            KENDİ NOTUM: Osmanlı devleti kuruluş ve yükselme devirlerinde çok büyük bir cazibe merkeziydi. Halk refah içinde yaşarken, Yeniçeriler disiplin içinde zaferlerden zaferlere koşardı. Sipahiler yörelerinin emniyetini sağlamak, adaleti korumak ve lazım olduğunda da savaş meydanlarına yetişmeleri tamdı.

            Duraklama devri bir yana gerileme ve yıkılma devirlerinde zaferler gördüğü topraklarda yenilgiler yaşamaktaydı.

            Kaynaklarda da belirtildiği gibi liyakatsiz kimselerin; Torpil, rüşvet, adam kayırma, ulufe, arpalık gibi gayri ahlaki yollarla idareye geçmeleri, yıllarca çalışıp, emekle, eğitimle liyakat a ulaşan makamlar; Şahsi menfaatçiler, İş bilmezlerin, gaddar ve gayri adil insanların eline geçince demek ki kos koca bir devlet de olsa yıkılıyormuş. 

            Duraklama devrinin sonlarında Osmanlının gelişmesi için çabaları da görüyoruz. Avrupa da sanayi devrimi tam oturmadan, Osmanlı’da sanayi devrimi girişimleri olmuştu. Bu girimler, bir hamam tellak ı olan Patrona Halil tarafından isyanla yok edile biliyor. Bu hadise aslında lafın ve siyasetin ayaklar altına düştüğünün bir panoraması değil midir?

            Reşat Ekrem Koçu; “Patrona Halil”  kitabında bu durumları tüm teferruatlarıyla anlatmaktadır. Koçibey Risalelerinde de padişaha bu durumları bildirirken, hal çarelerini de yazmaktadır.

            İbn-i Haldun “Mukaddeme” sinde; Devletlerin ömründen bahsetmektedir. Doğar, büyür ve gelişir. Yaşlanır ve ölür. Der.

            Emin olun inanç ve ortak payda, birde adalet sağlam olursa devlete bir şey olmaz. Belki de binlerce yıl yaşa bilir. Bu konuda İbni Haldun kuruluştaki asabiyet den da bahseder. Refaha erince atalarının güçlerini kaybettiklerinden de bahseder. Elbette haklıdır da… Yalnız, kuruluş ve yükselişteki sultanlarla, gerileyiş ve yıkılıştaki sultanları karşılaştırmada fayda vardır diye de düşünmeden edemiyoruz.

            Osmanlının kuruluşunda halkın paydası eşittir. Zira devlet olacaklar, düşmanlar istediği gibi bunlara saldıramayacak, refah seviyeleri artacak, en önemlisi kurumsallaşacaklardır.

            Gerileme ve yıkılma dönemlerinde bu ortak paydayı göremiyoruz. Herkesçe malum olan saray entrikaları, rüşvetler, liyakatsizlikler ortak paydayı bozmaktadır. Bunun daha da acısı, liyakatsiz kimseler söz geçirmek için yine liyakatsiz kimseleri kademelerde istihdam etmeleridir. Böylece tüm doku bozuluvermektedir.

            Bakın Koçibey padişaha neler yazmış; “ Zulüm görenin ahı Hanümandır harap eder. Zavallıların gözyaşları dünyayı fenalığa boğar.

            Küfür ile dünya durur, zulüm ile durmaz. Adalet ömrün uzunluğuna sebeptir. Fukara ahvalinin düzeni padişahların cennetlik olmasına neden olur. Bu söylediklerim benim sözlerim değildir. Bilgin ve şeyhlerin sözleridir.” Demiştir.

            Koçibey;” 1005 (1596) Tarihinden beri top yekûn İslam memleketlerinden 19 eyalet yer elden gitti. Geride kalan memleketleri kendi zalimlerimiz yakıp revana ve beraya perişan oldu. Bu musibet ne musibettir?” Demektedir.

            Yeni çerileri örnek verirken de çok önemli konulara değinmektedir.

            MÜLAZIM: Konusunda eğitim görmüş, eğitim gördüğü yerden sınavla başarılı olmuş yeni görevlere hazır insan mealindedir. Osmanlı kurumları bu yüzden çok sağlam kurumlardı. Eğitimleri zorlu ve hakkaniyetli olup çok kaliteliydi. Neticede bize Kurtuluş Savaşını kazandıran komutanlarda Osmanlı kadrolarında eğitim almış ve kendilerini ispatlamış kimselerdi.

            Yeniçeriler nice zaferler kazanmış, dünyanın en seçkin askerleri arasındaydı. Sistem yine aynı çalışıyordu. Eğitimlerini alıyorlar, sınavlardan geçiyorlar, rüştünü ispat edenler yükseliyordu. Hatta akrabalık, tanıdık ilişkilerini önlemek için ailelerden ta çocukken alınıp, yetiştiriliyorlardı. Bu sayede bu çocukların ailesi devlet ve ocağı olurdu. Bu yüzden da aralarında yabancı istemiyorlardı.

            Sultan Mehmet’in 1503 yılında çocuklarına yaptığı sünnet düğününde, ortamı eğlendiren taifeden çok memnun kalır. İhsanda bulunmak ister. Onlar yeniçeri olmak istediklerini padişaha bildirirler. Padişah Yeniçeri ağası Ferhat Ağaya emir verir. O da ocak ağaları ile konuşur. Padişaha; “Durum böyle olursa hünkârım, ocağa yabancı ve tanınmamış kimseler girer. Kanun kaide elden çıkar. Bu da Devlet-i Aliye ye zarar verir.” Der. Ferhat Ağa padişahın kinci emrinde de aynı şeyleri söyleyince görevinden azledilir. Onun yerine gelen Yusuf ağa o taifeyi ocağa sokar. Bu bir başlangıç olur. Birçok başarılarda bulunmuş ve zaferler kazanmış yeniçeri ocağında bozulmalar artık durmayacaktır.

            Yeniçeri ocağının son günlerini Reşat Ekrem Koçu kitabında Devletin gücü olan yeniçeriler, devletin başına bela olmuşlardı. Yeniçeri Ocağı Orhan Bey zamanında kurulmuş, Hacı Bektaşi Velinin dualarını almış, yıllarca devletine hizmet etmiş bir kurumdu.

            Padişahların yapıları, duruşları da önemlidir. Fatih Sultan Mehmet ve Yavuz Sultan Selim aldıkları eğitimlerle, eğitimin hayatın içinde olmasını sağlamakla Osmanlı devletini akıl ve hayal almayacak kadar yükseltmişlerdi. Oysa bu iki padişahın da padişahlıkları bazıları gibi çok sürmemişti. Koçibey’in Sultan İbrahim’e sunduğu risalelerde; Saraydaki hizmet adamlarının görevleri hakkında bilgi vermekte ve onlara nasıl davranılması gerektiği anlatılmaktadır. (Koçibey risalesi. Sadeleştiren Zuhuri Danışmen)

            Osman Gazi öldüğünde mal varlığı yok denecek kadar azdı. Birkaç tarım aleti, küçücük bir koyun sürüsü, silahları ve barındığı yerdi. Oğlu sultandı lâkin Osman Gazi kendi imkânlarıyla yaşıyordu. Selahattin Eyyubi de öldüğünde mal varlığı bulunmamaktaydı. Sarayda değil de mahalle arasındaki evinde ölmesi oldukça manidardı. Cenazesini dostları kaldırmıştı. Yakın dostlarından birisi Selahattin’in kılıcını kaldırarak; Bu gördüğünüz kılıçtan gayri bir mal varlığı bulunmamaktadır. Demişti. Ne garip değil mi?  Tarihte aynı manzarayla sadece Dört Halife devrinde karşılaşa biliyoruz. Bu yüzden o günlere “Devr-i Saadet” Diyoruz. O günler dahi şahsi menfaatçiler durmamış, küçücük karlar için ne zararlar vermiş nice güzel canlara kıymışlar. Zaman hiçbir şeyden etkilenmeden akıp gider. O zamanlardan ne o küçük menfaatçiler kaldı, ne o menfaattarı… Tarih ibret olsun diye yazar durur. Ölecekleri hiç aklına gelmeyen insancıklar çarklarını gönderir durur.

            Padişahların nasıl yetiştirildikleri de önemlidir. Örneğin Sultan 4. Murat Sultan İbrahim hariç bütün kardeşlerini öldürtür. İbrahim’i ise her gün öldürülmek kaygısı ile yaşamak durumunda kalır.  Bu durum Sultan İbrahim’de “Psiko Nevroz” hastalığına yakalanmasına neden olur. Sultanlığı boyunca bu korku peşini bırakmaz. Devlet işlerini dahi gözdeleriyle görüşür hale gelir. (Bu mülkün sultan kadınları Necdet Sakoğlu Sayfa:336 Alfa yayıncılık.)

            Bir örnek de Çelebi Mehmet’i anlatmak gerekir. Ondan önceki padişahlarda; Rum, Sırp, Bulgar kadınları haremde varken, Çelebi Mehmet’in eşleri Türk’tü. Çelebi Mehmet’in kızı Selçuk Sultan’ın, iffet ve fazileti ile tanınması her halde tesadüf değildi. Bu örnekler çoğaltıla bilir de… Demek ki haremin yapısı, padişahların seçilmesi ve yetiştirilmesi daha ilmi esaslara dayansa, bu esasları denetleyecek kurumların var olması kim bilir günümüzde Osmanlının hala yaşamasına imkân tanıyacaktı. Bizler Çanakkale savaşlarını, 93 Bozgununu ve hatta Kurtuluş Savaşını hiç yaşamamış olacaktık. İbni Haldun belki de bunları söylemeye çalışmıştır.

            Yıkılışın tek boyutlu olmadığını okuyup yazan herkesin malumudur. Ordunun gücü asker sayısıyla değil, nitelikle alakalıdır. Bu konu üzerinde Koçibey de uzun uzadıya durmuştur. Malazgirt Savaşını örnek verelim. Bizans orduları çok kalabalıktı. Sultan Alparslan’ın orduları daha azdı ama nitelikliydi. Aynı Sultan Selahattin Eyyubi’nin haçlılara karşı verdiği savaşta buna benzemektedir.

            Günümüzde Osmanlı adına kurulmuş sivil toplum örgütleri bulunmaktadır. Ne tür etkinlikler yaptıklarını bilmem. Bilmem ama Osmanlıya enine boyuna araştırmalarını isterdim. Bu kurumlardan tanıdıklarım hep hamasetten bahsetmektedirler. Hamasetle bir yerlere gelinmez. Kılıkla kıyafetle, sakalla da Osmanlıcılık olmaz diye düşünüyorum. Bilimle, tarihle Osmanlı daha iyi anlaşılır. Kişinin en azından TAKVA yolunda yürümesi ilerlemeyi sağlayacaktır. Mehmet Akif’in Safahat Eseri bu konulardan ne kadar da güzel bahseder.

            İbn-i Haldun devletlere ömür biçerken demek ki hep hanedanlar varmış. Tüm bu devletler bilge kişilerce kurulup geliştirilmişti. Bu muhteşem mirasları sadece kendisinin ikbalini ve günlük menfaattarını düşünen ve hak etmeden çeşitli mevkilere yükselmiş küçük insancıkların yüzünden koca koca medeniyetler tarihlere gömülmüşlerdir.