ÇANAKKALE’DE, GELİBOLU YARIMADASI , BOĞAZ SAVAŞLARINDA

 GÖRELİ  ÜÇ KARDEŞ

 

            Yerel tarih araştırmalarında örnek olabilecek bu yazıyı Emekli Öğretmen Hüseyin Güney ( 1945 Göre ) kaleme aldı…

Biz, Ağaçayak Mehmet Güney’in torunlarıyız.  Boğaz Harbi’nde  O, iki gözünü, bir bacağını verdi. 1965’e değin 50 yıl yarım adam olarak yaşadı. Adını taşıyan çeşmeden Güvercinlik, Çardak, Kaymaklı, Mazı, Til, Derinkuyu yolcuları su içti, pazardan yeni aldığı taze Avanos testisini doldurdu  yıllar boyu.

Bu duygulu yazıyı Nevşehir Muhtelif Gayeli Ortaokul’da ve Lisede bize tarih öğreten  (!) öğretmenlerimize ( Parmaksız Muzaffer, Parmaksız Mustafa, İbrahim Dinçer, Hüseyin Sağdıç vd.)  ithaf ediyorum. Onlar ki , Hammurabi’yi, firavunları, Ramsesleri , Pers savaşlarını, Roma işgallerini, 4 Halife Devrini,  öğrettiler bize. Emin Oktay’ın o sevimsiz kitabı önümüzde olduğu halde satır satır yazdırdılar. Tarih dersine giren o insanlar ki, tek bir gün, tek bir derste Çanakkale’de ne oldu, niçin döğüştük, neden o büyük ordular üstümüze yürüdü, niçin o kadar çok şehid verdik, kazandığımız utkuya karşın niçin 1918’de yenilmiş sayıldık, tek bir cümleyle açıklamadılar. Büyük Paylaşım Savaşı sona erince imparatorluklar neden ortadan kalktı; yeni kurulan devletler hangileriydi , açıklamadılar. Her köyde, kasabada vardı, bir gaziyi dersliğe getirip de anılarını dinletmediler. Fakat, 4 Halife Devrini iyi anlattılar, Tarık Bin Ziyad’ın Endülüs’ü fethini iyi(!)  öğrettiler. Padişahların hayat hikayelerini överek , Harem hayatını şehvetle, ayrıntılarıyla anlattılar. Sınavlarda da istediler verdiklerini (!) . Birçoğumuz sınıfta kaldı ; hatta okulu bıraktı başarısız  olunca .

Evet, bu yazıyı Boğaz Harbini, Gelibolu Yarımadası savaşlarını anlatmayan , öğretmeyen Nevşehirli tarih öğretmenlerimize ithaf ediyorum. Şehitlerimizden, şimdi hiçbiri yaşamayan gazilerimizden özür dileyerek, utanç duyguları içinde , bizi bağışlamamalarını dileyerek , aziz hatıraları önünde saygıyla eğilerek…Emrullah Güney

…………………………………

Britanya’nın  başını çektiği itilâf devletleri, tahtını yitirme tehlikesiyle karşı karşıya bulunan Rus Çarı'na yardım için, Karadeniz'e geçmek amacıyla Çanakkale Boğazı'na yüklendi. (1914 Kasım) Anadolu insanı, o zamana değin görülmemiş bir direniş örneği göstererek, düşmanı yurduna sokmadı, Çanakkale Boğazı’ndan geçirmedi . Öldü, yaralandı, sakat kaldı... Onun destanı, kuşaktan kuşağa aktarıldı, unutulmadı, unutulmayacak da.

250.000 insanımızın öldüğü bu korkunç savaşa katılanlardan üçünün öyküsünü anlatalım bugün de. Üç kardeşin... Nevşehir'in Göre Köyünden Kofalakoğlu İbrahim Ağa’nın üç oğlu: Mehmet, Halit, İsmail...

Üç kardeş, Gelibolu'da üç ayrı birliğe gönderildi.

Savaşın ortalarına doğru, Mehmet Çavuş'un bulunduğu sipere, düşman savaş gemisinden atılan bir top mermisi düştü. Ortalık toz duman içine kaldı. Mehmet Çavuş, sağ bacağına gelen bir şarapnel parçası ile yaralandı. Bacak diz altından kesildi, Mehmet Çavuş, köyüne, Göre’ye gönderildi. Alman ve Türk doktorlar, ileride gözlerinin görmeme olasılığının bulunduğunu söylediler.

Halit, kardeşinin yaralandığını duymadı. Haftalar sonra Mehmet'in köyüne döndüğünü öğrendi. Ateşkesin sağlandığı bir gün, İsmail'in yanına gitti. Göre’den üç kişi daha vardı aynı birlikte. Biraraya gelip söyleştiler. Köylerinden, eşten dosttan sözettiler. Şu düşmanı başlarından bir defetsinler, sağ salim köylerine dönsünler, çiftleriyle çubuklarıyla uğraşacaklar, evlenip çoluk çocuğa kavuşacaklardı. Yıllardır savaşıyorlardı.

Balkan, Kafkas, Yemen... Yeterdi artık! Bu dünyaya savaşmak için mi gelmişlerdi! Umutları diri, özlemleri yakıcıydı. Gün sonunda, Halit, kardeşleriyle, arkadaşlarıyla kucaklaşıp helalleşti. Birliğinin yolunu tuttu.

Ertesi gün savaş, tüm acımasızlığıyla yeniden başladı. Sanki birileri "Haydi bu kadar dinlenme yeter, şimdi savaş zamanı!" diyerek borazanını öttürmüştü. Denizaşırı ülkelerden gelmiş, düşmanımız olmayan Yeni Zelanda, Avustralya, Hint askerleriyle, ülkesini savunmaktan başka bir amaçları bulunmayan Anadolu çocukları arasında korkunç savaş yeniden başladı.

İsmail, ayağa kalkmış, hücum borusu çalıyordu. Arkadaşları, süngü takıp düşmanın üzerine yürümüşlerdi. Ortalık toza dumana bürünmüştü. Göz gözü görmüyordu. Bir an borazan sustu. Mehmetçikler duralar gibi oldular.                     

Sonra daha bir hınçla atıldılar düşmanın üstüne. Borazancı İsmail vurulmuştu. Arkadan gelenler, onun üstünden atlayarak düşmana ulaştılar. Yaman bir vuruşma başladı.

Sonra yeniden ateşkes sağlanmıştı. Halit, kardeşinin birliğinde büyük zayiat olduğunu duymuştu. Komutanından izin alıp İsmail'in birliğine gitti. İsmail yoktu. Sordu soruşturdu. Birliğin komutanı, eliyle şehitlerin yattığı alanı gösterdi. Halit, kardeşini aramaya başladı. Yüzlerce şehit arasından onu nasıl bulacaktı? Burada herkes birbirine benziyordu. Yüzleri parçalanmış, kolları, bacakları kopmuş, tanınmaz duruma gelmiş...

Birden, İsmail'in sol elinin serçe parmağının olmadığı geldi Halit'in aklına. Köyde çiftçilik yaparken, sol eli kağnı tekerinin altında kalmış, serçe parmağı kopmuştu.

Halit, artık başına vardığı her şehidin sol elini alıp parmağına bakıyordu. Bir süre sonra buldu serçe parmağı kopuk eli. Yüzü tanınmayacak haldeydi İsmail'in.

Birlik levazımından kazma kürek aldı Halit. Derince bir çukur kazdı. Nasılsa sağ kalmış askerlerin yardımıyla taşıdı İsmail'i çukura. Üzerine kürek kürek toprak atmaya başladı. Birden İsmail'in parmağında parlayan yüzüğü gördü.

Mezara inip çıkardı yüzüğü. Belki İsmail'in bir yavuklusu vardı köyde, belki de sözlüsü... Köye döndüğünde, İsmail'i soran bir kara yazgılı çıkarsa, yüzüğü ona verirdi. Yoksa anası Nesibe kadına... "Oğlundan bir andaç" diyerek... Yeniden toprak atıp kapattı mezarı. Bulabildiği taşlarla çevirdi. Mezarın başucuna çöküp, ağlaya ağlaya ,  ellerini göğe açarak kardeşi için dua etti.

Düşman orduları Boğaz’dan geçemeyince, yüzgeri edip dönüp gittiler. Savaş sona erince, Halit, köye döndükten sonra evlendi. Yeniden çiftçiliğe başladı. 1945 yılında öldü.

Mehmet Çavuş, Ulukışla'ya trenle, oradan da at arabasıyla köyüne döndü. Bir süre yaralarının iyileşmesini bekledi. Daha sonra ağaçtan bir ayak yaptılar kendisine.

Gerektikçe ağaç ayağı taktı bacağına, bastonuna dayana dayana, zorlanarak da ola, istediği yere gitti geldi. Bu durumdan dolayı kendisine "Ağaçayak" lakabını taktılar. Doktorların söylediği gibi, birkaç yıl sonra bulanık gören gözleri artık hiç görmez oldu. Annemin babası, dedem Ağaçayak Mehmet Çavuş, 1965 yılında öldü.

Bu öyküyü, çocukluğumdan beri kimbilir kaç kez dinlendim büyüklerimden. Birgün yazmak, başkalarıyla paylaşmak duygusunu hep korudum. Bu, yalnız benim değil, Çanakkale'de yurdu için savaşmış tüm Anadolu insanının ortak öyküsü değil mi ?