GEMİ METEFORU ve İLAHİ MESAJ

Altunizade/Erzurum sitesinde oturuyor, Marmara İlahiyat Fakültesi akşam bölümünde okuyor, gündüzleri de Karaköy’de bir firmada satış mümessili olarak çalışıyordum. Çalışmaya Kadıköy iskelesinden Karaköy’e, oradan da yürüyerek iş yerine ulaşıyordum.

Okulumu çok seviyor, bütün hocalarımı özenle dinliyor derslerimde notlar tutardım. Tefsir hocamız da Lokman suresini henüz bitirmişti. Sure; anne-baba hakkından, Kuran’ın eşsizliğinden, boş sözlerden uzak durmaktan, yalana itibar etmemekten, ikirciklilik gibi birbirinden değerli konulardan bahsediyor.

Yaşadığım bir olay! Surede anlatılanlar henüz zihnimde terütaze duruyordu. Her gün yaptığım gibi günün erken saatinde işe gidiyordum. Şiddetli esen rüzgârdan, içinde bulunduğumuz gemi, bir sağa bir sola yalpalamaya, beşik gibi sallanmaya başladı. Herkesi bir telaş aldı. İnsanlar, kargaşa içinde ne yapacağının şaşkınlığını yaşıyordu. Ben de her ne kadar kaygılansam da sakin kalmaya çalışıyordum. Bir taraftan da karşımda oturan bir hanımefendinin çantasından çıkardığı başörtüsünü başına örttüğünü, sonra da ellerini açarak dua etmesini izliyordum. Salimen yolculuğumuz bitip Karaköy’e vardığında, kadıncağız tekrar eşarbını başından çıkartıp çantasına koydu… şahidi olduğum bu olay, okuduğumuz lokman suresinin 32. ayetini hatırlattı. Orada Rabbimiz; ‘Dalgalar onları kara gölgeler gibi kapladığında içten bir inanç ve bağlılıkla sadece Allah’a yakarırlar. Allah kendilerini sağ salim karaya çıkardığında ise içlerinden bir kısmı ortada kalır. Hıyanete uğramış nankörler topluluğundan başkası ayetlerimizi inkâr etmez.’ Buyuruyor.

Yaşanmış bir başka olay; İngiltere, 1921’de yaptığı gemiye “güç yetirilemez” anlamına gelen Titanik ismini verdi. Kendinden önce -tam olarak bilinmemekle beraber- o büyüklükte bir geminin olmadığını düşünüyorum. Nuh peygamberin gemisi hariç. Zira o gemiye karada yaşayan her canlıdan birer çift alındığını düşünürsek Titanik’ten çok daha büyük olması gerekir.

Titanik, yapıldığı tarihte dünyanın en büyüğüydü. Gemide konfor ve lüks anlamına aklınıza gelebilecek her şey mevcuttu. Tabir caizse yalancı dünyanın cenneti mesabesindeydi.

Geminin yapımı tamamlandıktan sonra yapanlar ve yaptıranlar, geriye çekilip gururla bakarak; ‘tanrının bile gücü yetmez’ diye böbürlendiler! Ne var ki, ‘Mutlak güç ve kuvvet sahibi’ kendine meydan okuyan, kibirli İngilizlerin gemisini batırdı.

İlk yolculuğunu Amerika’ya yapmak üzere demir aldı. Başka hangi ülkenin insanları vardı bilmiyorum ama gemide İngilizlerin en sosyete, en zengin insanları mevcuttu. Yolculardan kadınlar, mücevherat, takı ve giysilerden oluşan varlıklarını gösterme yarışına girerken, erkekler de varlıklarıyla birbirine caka satıyordu. Vıcık vıcık kokan gösteriş budalası yolcular, kendilerini ‘mele’, diğerlerini ‘parya’ görüyordu.

Zevk ve sefanın gırla gittiği, yeme içmenin zirveye ulaştığı, eğlencenin tavan yaptığı gemi yolculuğu, okyanusun ortasında son buldu…

Her ne kadar yetkililer, ‘endişeye mahal yok’ diyerek teselli etmeye çalışsalar da geminin buz dağına çarpıp, su almaya başlamasıyla beraber çoktan panik havası başladı bile!

İnsanlar ne yapacaklarını bilememenin şaşkınlığı içerisinde, bir o yana bir bu yana gezinip duruyor! ‘Küçük dağları ben yarattım’ edasındaki insanlar birbirinden medet umuyor, kurtuluş çaresi arıyordu.

Herkes yetkililerden umut ışığı beklerken, kaptan ve mürettebat yolcuları, nasıl kurtaracaklarının planlamasını yapıyordu. Onlar da çaresizdi. Çünkü bir türlü kendilerini kurtaracak olanlara ne işaret fişekleriyle ne de diğer iletişim vasıtalarıyla seslerini ulaştıramıyorlardı.

Okyanusun soğuk suları hızla gemiye dolarken feryadı figan arşıâlâyı inletiyordu. İnciller okunuyor, dualar ediliyor. Kendilerini tanrı gibi güçlü görenler, tanrıdan medet ummaya çalışıyordu... O anda kurtulmak için nelerini vermezlerdi ki! Ama nafile!

Görevliler insanları, filikalarla kurtarabildikleri kadar kurtarmaya çalışıyordu. O atmosferde kimse kimseyi görmüyor, filikaya binmenin yollarını arıyordu. Adeta kıyamet sahnesi yaşanıyordu.

Hulasa güç yetirilemez denen t i t a n i k b a t t ı. Olan oldu. Yaklaşık 1200 kişi öldü. Yolculardan bir kısmı kurtuldu. Kurtulanların ne tür travma yaşadıklarını bilmiyoruz. O hengamede; ‘kurtulursam Tanrıyla beraber olacağım’ diyenler kurtulduktan sonra o sözlerinde durdular mı onu da bilmiyoruz!

Bu facianın filmi yapıldı. Filmi izlerken, kulluk kitabımızın şu ayetleri tedai etti. Bahsi geçen ayette Rabbimiz: “Karada ve denizde sizi yürüten O’dur. Gemide bulunduğunuz sırada, gemi kendilerini hoş bir rüzgarla götürdüğü ve bununla mutlu olduklarında, birden, ona şiddetli bir rüzgâr gelip de dalgalar kendilerini dört bir yandan sardığında; bunlarda çepeçevre kuşatıldıklarını anladıklarında, işte o zaman (tam bir inanmışlık edasıyla)dini tamamen Allah’a özgü kılarak; Bizi bu tehlikelerden kurtarırsan; kesinlikle şükredenlerden oluruz!” diye sadece O’na yalvarırlar. Allah kendilerini kurtarınca da karada haksız yere azmaya başlarlar! Ey insanlar! Azgınlığınız, dünya hayatının zevki olarak kendi aleyhinizedir; sonra dönüşünüz yalınızca Bizedir. Biz de yaptıklarınızı size bir bir haber veririz.” Yunus: 22-23

Yüce Yaratıcı herkese akıl verdi. Aklı olmayanın dini de yoktur. Verilen o akıl sayesinde herkes bir tercihte bulunduk veya bulunuyoruz. Tercihimizin sonucunu kabul etmek zorundayız. Cenabı Allah kitabında, doğruyu da yanlışı da belirtmiş. Nebileriyle de hatırlatmış. Hiç kimse ben duymamıştım, bilmiyordum diyemez.

“Akıllı insan, dünya menfaati ile ahiret menfaati karşı karşıya kaldığında, ahiret menfaatini tercih edendir.” Nasıl dünyaya taalluk eden işlerimizde kılı kırk yarıp, ona buna danışıyorsak, ebedi alemimizin güzel olması için çok daha fazlasını yapmalı, daha fazla hassasiyet göstermeliyiz.

İnançta kararlılık, ibadette süreklilik esastır. İşimize geldiğine kabul ettiğimiz, gelmediğinde reddettiğimiz inanç; istediğimiz zaman yaptığımız istemediğimizde terk ettiğimiz ibadet şekli yoktur.

Korku anında Yüce Yaratıcıya sığınıp, o hal geçtikten sonra unutanlardan olmayalım.

Ahmet Belada