(Yapılan iyiliğin kıymetini bilmemek...) NANKÖRLÜK
 HİKÂYE: Padişah, ülkenin idaresini kendine bıraktığı Vezirin, yanlış yönetim ve uygulamalarından rahatsız olur. Yanlış giden bir şeylerin olduğunu fark eder. 

Ama ne! 
Yanlışlıkların başında Vezirinin olduğunu tahmin ediyor; ama ispat edemiyor. Kime ne sorsa bir türlü istediği cevabı alamıyor. 
Padişah, bu kasvetli halden bir nebzede olsun kurtulmak, uzaklaşmak ve kendini dinlemek için gezintiye çıkar. Belki daha sağlıklı düşünür, olumlu bir sonuca varırım diye. 
Epeyce gezip dolaştıktan sonra, dumanın gözüktüğü yöne doğru hareket eder. Koyunlarını otlatmakta olan çobanın yanına varır selamını verir ve oturur. Oturur oturmasına ama dalda asılı köpek Hükümdarın dikkatini çeker. Tebdili kıyafet içindeki Padişah, yiyip içtikten sora, köpeğin neden asılı olduğunu sorar. 
Çoban:“Efendim köpeğim bana oldukça sadıktı. Öyle ki, çoğu zaman koyun sürüsünü ona bırakır diğer işlerimi yapardım. Oda yayar, sular hiçbir zayiat vermeden geri ağılına getirirdi. Fakat son zamanlarda sürüden bazı eksilmelerin olduğunu fark ettim. Onu takibe aldım. Birde ne göreyim! Sürüye kurt dadanmış. 
Kurt ne zaman gelse, bırak bizim köpeğin ona saldırmasını, ona kuyruk sallıyor. Anlık zevki için… Kurda göz yumuyor. Oda karnını doyurup emniyet içinde geri gidiyor. Bunu tespit ettikten sonra diğer köpeklere örnek olması için de onu bu dala astım.”  
Çobanın anlattığı bu olay, Hükümdarın dikkatini çeker. Bundan gerekli dersi çıkarır. Saraya gelir gelmez ilk iş olarak vezirlerini istişare için toplar: 
Şehri terk edenleri, faili meçhul cinayetleri, hapiste yatanları ve özelliklede hazinenin neden boşaltıldığını, baş vezirin edindiği servetin akıbetini sorar. Sorar ama herkes birbirine, hassaten de Baş Vezir Rast u Ruşen’e bakarlar… 
Durumdan vazife çıkartan Padişah Behram Gür, Baş veziri zincire vurdurur. 
Ardından herkes nasıl yenilip içildiğini, nasıl kayırmacılık yapıldığını, insanların nâhak yere nasıl öldürüldüğünü, niçin ülkelerini terk ettiklerini, masum insanların neden hapse atıldığını tek tek anlatırlar. 
Behram Gür, Vezirine: Ben sana itimat ettim. Her şeyimi güvendim. Koskoca devletin yönetimini sana verdim. Bütün bunları bana neden yaptın? 
Neden nankörlük ettin? 
Yediğin kaba neden pisledin? 
Değer mi? 
Beni hoş ederken milleti bezdirmiş, kendin de mal mülk sahibi olmuşsun. Ayıp değil mi? 
Buna benzer bir sürü laf saydıktan sonra Sarayın önüne kurdurduğu darağacına astırır. Haksız kazandığı tüm malları geri alır. 
Hikâye bu! 
Böyle iş olur mu? Diyenlere tipik bir örnek vermek isterim. 
Damat İbrahim Paşa da, 12 yıllık Sadrazamlık döneminde, kendisine güvenen Padişah Üçüncü Ahmet’e benzerini yapmadı mı? 
Öyle ki; Saraya girişi, girerken ilginç ayak oyunlarıyla insanları saraydan uzaklaştırması, nasıl gayr-ı ahlaki işlerle uğraştığı, yakınlarını saraya yerleştirip, onları nasıl mal mülk sahibi yaptığı bilinmektedir.  
Bütün bu olanların ardından Patrona Halil isyanı meydana geldi. Padişah Hal, Vezir idam edildi.
Hani atalarımızın söylediği güzel bir söz vardır ya; “Alma mazlumun ahını, çıkar aheste aheste”  görüldüğü gibi, bir şekilde burada veya ahrette çıkar... 
Yaşanan hayatta da hepimiz nankörlük örneklerine şahit olmuşuzdur. 
Öyle insanlar vardır ki, bir yerlere gelebilmek için, yalvar yakar her türlü tabasbusculuğu yapıp, istediği makama geldikten sonra da kendini oraya getirene ihanet, nankörlük yaptıklarını görüp duymuşuzdur. 
Anlaşılan o ki, nankörlük nankörlüktür. Tarihte ve hikâyelerde olup ta, şimdi olmaz diye bir şey yok. İnsanın olduğu, yaşadığı her yerde, her zaman nankörlük olabilir. 
Benzer kötü davranışlardan kurtulmak için, güven duyulan güzel öğütçüler ne kadar ihtiyacımız var.