Neyi Paylaşamıyoruz Bilmem...
Etrafımda endişeli yüzler görmekten yoruldum. Ülkenin geleceğinden -bence büyük ölçüde haksız gerekçelerle- endişe eden yüzler. Cihangir’de bir apartman dairesinde köpek besleyip gündemi Cumhuriyet gazetesinden takip eden, Facebook’taki hesabında kendini “çapulcu” olarak tanımlamaktan bir tür “görevini yapmış olma” hazzı duyan üst orta sınıf beyaz yakalılarının akşam vakti internetin semtlerinde kasten yavaşlatıldığını düşünmelerinden üzüntü duyuyorum.
Yahut Çankaya’daki evinin penceresinden gördüğü Ankara’yı zihnindeki Türkiye kurgusuna temel yapan orta sınıf bir Ankara memurunun, iktidarın seçim başarısında sonuçları hesaplarken kullanılan Microsoft yazılımının payı olduğunu düşünüp bunu ciddi bir tez olarak dillendirmesinden de üzüntü duyuyorum. Benzer bir başka arkadaşın, Sözcü gazetesinin Ankara’nın belli yerlerinde tehditle satılmasının engellendiğini iddia ederken gözlerinde gördüğüm hüzünden, buna hakikaten inandığını anlayınca da üzülüyorum.
Topluma yol göstermeye namzet kelli felli bir akademisyenin, “Benim bundan sonra AKP’li, siyasal İslamcı arkadaşım yok, varsa da yok.” diyerek bir fikri dışlarken aldığı nobran tavır da beni incitiyor. Hakarete teşne yüzler görmekten, acaba bugün neyi eleştirsem diye etrafı araştıran gözlerden de ruhum daralıyor. Sanki bu sevgisizlik yavaş yavaş bizi öldürüyor.
Sonra Akif’i hatırlıyorum, Bediüzzaman’ı bir de… Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’ya ait olduğu ve 31 Mart Vakasından sonra yapıldığı iddia edilen ses kaydında geçen “Yıldız Sarayında oturan Baykuş” ifadesi gelip çakılıyor zihnime. Aralıklarla otuz üç yıl Devlet-i Ali’yi idare etmiş ve kıymeti tam olarak ancak vefatından yıllar sonra anlaşılabilmiş bir büyük siyaset adamına döneminde gelen eleştirileri düşünüyorum; “Kartala bir ok değmiş, o da kendi teleğinden.” atasözünün sehli mümtenisinde. Aynı devlet adamı için yazılmış “ruhundan istimdad” şiirleri ve vefatından hemen önce -Urfa yolunda- bu ulu padişahın yaşayan en yakın akrabasından helallik isteyip nedamet getiren büyük bir din âlimi de geliveriyor gözümün önüne…
Meselelerin sadece siyah yahut sadece beyaz olmasının gayrikabil olduğunu anlamak ve bunu içselleştirmek, hakikat yolcusu olmaya talip birisi için elbette çok mühim bir merhale. Aydın namusu üzerinde düşünmek de öyle.
Kendimi inanmadığım bir şey yazıp yazmadığım konusunda her yazımın sonunda sorguluyorum. İnanmadığı bir şeyi yazmak, “samimiyet”i hayatındaki en temel hassa olarak kabul etmiş birisi için en büyük azap olsa gerektir. İçinde olduğum pozisyonun gerekçesini hem kendime hem etrafıma açıklamaya çalışmak, menfi yaftalarla yaftalanma potansiyelini içinde barındırsa da doğru bir tutummuş gibi geliyor.
“Koyun kurt ile gezerdi/ Fikir başka başk’olmasa”  diyen; mektep medrese görmemiş âmâ bir köy çocuğu olan Âşık Veysel’in irfanı ve müsamahasına gıpta ediyorum. Hâlihazırdaki tahammülsüzlükten ye’se kapılmışken; bu milletin özünün Veysel olduğunu düşünmek bana ümit veriyor.
Dedeleri Çanakkale’de şahadete ulaşmış, yoklukla büyümüş bir milletin çocuklarıyız diyorum kendi kendime. Hiç kimseyi kırmamaya çalışmanın realiteye ters olduğunu söyleyen, hissiyatını yitirmiş, safi akıldan ibaret bir ses tırmalıyor kulaklarımı. “Kardaş kanı tökülmesin” diyen Ebulfez Elçibey’i hatırlıyorum sonra. Daha sonra, istibdatla itham ettikleri padişahın yerini alan -iyi niyetinden asla şüphe edilmeyecek- İttihatçıların kendi dönemlerinde ne derece gaddar olabildiklerini düşünüyorum; tarihi bir dönemi, şartlarını düşünmeden yargılamanın verdiği yalancı rahatlıkla.
Ben bir davaya inanıyorum; yozlaşmışlıkların, modern zaman hilelerinin, asrın getirdiği tereddütlerin elinde hırpalanmaya çalışılan bir dava bu. Belki -elinde var görülen bütün imkânlara rağmen ve hatta biraz da bu imkânların bizatihi kendisi sebebiyle- her zamankinden hor, her zamankinden öksüz ve her zamanki kadar büyük. İnanmayan hiç kimseyi kınamaya hakkım olmadığını biliyorum. Sonra, haklı olduğumu düşündüğüm anlarda bile en büyük haklılıkların bir gönül kırıklığı karşısında ne derece süfli kaldığını kalp ile ikrar ediyorum.
“Gönül Çalab’ın tahtı/ Çalap gönüle bahtı/ İki cihan bedbahtı/ Kim gönül yıkar ise…” dizeleriyle yâd ediyorum Yunus’u…
Belki aklım eriyor; ama neyi paylaşamadığımızı gönlüme anlatamıyorum…