YUMURTAYI BOYAMAK
ey gaziler, yol göründü
gene garip serime
dağlar taşlar dayanmaz
benim ahi zarime
bu gice yar kapusunda
yastığım bir taş idi
altım toprak üstüm yaprak
yine koynum hoş idi
ben hevada uçar iken
ağ ile tutdun beni
ben behamı bilir iken
bir pula satdın beni.
..........................
Mübadele hengamesi...
Curcuna, kargaşa, at izinin it izine karıştığı günler.
Çalıkoğlu ailesinin beş çocuğu var. Aralarında yıl farkı az.
1340 Ahali Mübadelesi günleri...
İnsanlar şaşkın. Yüzlerce yıldır yanyana yaşayan toplumlar ayrıştırılıyor.
'' Eviiim evim ! Daha yeni yapdırdık da, dadına vara vara oturamadığımız evim.''
Yüksek ,upuzun pencereleri boyaklı camlarla süslü, yüksek tavanlı, divanhaneli ( balkonlu ) konaklarını bırakmak zorunda kalan insanların feryadı, figanı...
Hiç kötülük görmemiştiler komşularından.
Onlar camiye giderdi; bunlar kiliseye.
Her cemaatin bayramı birlikte kutlanırdı.
Helvalar dağıtılırdı mübarek günlerde.
Kandil simitleri paylaşılırdı mübarek günlerde.
Mihail Hacı Çalıkoğlu dövünüyor.
'' Sarı saçlım nirde kaldı ? Nireye yitip gitti? Arayın bulun ! Eyvah, adelfi ! ''
Zalela- Cemil Köyünün kilisesinin basamaklarını korka korka çıkmıştır sarı saçlı kız çocuğu, sonra, uyuyup kalmıştır. Kimse düşünemez 5 yaşındaki Sofia'nın oraya gidebileceğini.
Aile onsuz düşer yola. Ağlaya ağlaya, çocuklarını arkada bırakmanın utancıyla, üzüntüsüyle. Avutmak ne mümkün ! Aravan, Kerlah, Mazı üzerinden Eneği...Sonra Melegübü ve Limnai ve Andabilis. Nigde'ye ulaşınca ötesi kolay. Ulukışla'da yaylanın ayazı. Erkekler nöbettedir. Çocuklar aç, üşürler ve korkarlar. İstanbul'dan gelen tren alır onları, götürür Mersin'e. Yük gibi. Çoğu treni de ilk görüyordur, Torosları da, Akdeniz'i de...
Çevrede işsiz güçsüz kopuk takımı...Acep nasıl yararlanırız bu kafirlerin malından, mülkünden ?
İbrahim Ağa gerçekten ağa. Soylu Türkmen. İçinde bir burukluk...Cemil Ortodoks kilisesini denetliyor. Fırsat bu fırsat diyenler her an akın edip yağmalayabilirler bu görkemli tapınağı...Birden bir ağlamayla daldığı derin düşüncelerden sıyrılıyor.
Basamakları ikişer üçer atlayıp çocuğun yanına varıyor. Kucaklıyor, saçlarını okşuyor.
'' Yavrum, gözel gızım, sen niye ayrıldın anan babandan ? ''
Çocuk hıçkırarak ağlıyor, yanıt veremiyor.
İbrahim Ağa kucakladığı gibi çocuğu evine götürüyor. Şerife Bacı gözyaşlarını tutamıyor. Çörek, bal, kaymak, süt koyuyor önüne. İki gündür aç çocuk ; silip süpürüyor. Sonra su ısıtıp bir güzel yıkıyor. Kendi çocukları var; beş...Sofiya da ekleniyor, oluyor altı...
'' Şimdi belki Ulukışla'dadır bu zavallının anası, babası. Nasıl etsek, netsek de yetiştirsek ! ''
'' Olan olmuş gayri. Nidek. Ağlayak da gözden molak, dövünek de dizden molak.''
'' Neydi bu çocuğun adı ? ''
'' Sofya mıydı, Sofiya mı, öyle bir şey işte. ''
'' Tamam, Emine olsun adı bundan sonra. Unutma haa; Emine. ''
...............................................................
Emine, İbrahim Ağa'nın evinde diger kardeşleriyle birlikte sevgiyle büyüdü. Çocukluktan çıktı. Caminin imamından Kur'anı Kerim öğrendi. Arkadaşlarıyla arasında ayrılık gayrılık yoktu. Kimse ona Hristiyan kızı demedi. Cumhuriyet daha yeni yeni toparlanıyordu. Köye ilkmektep açıldı. Kayseri'den gelen muallim Şevket Bey iyi yetiştirdi öğrencilerini. En çok Emine'nin üzerinde durdu. Okul 3 sınıflıydı. Eğitimini bitirdi Emine.
Yaptığı erkek pabuçlarını, cıkcıkı gelin kunduralarını, avcı çizmelerini köylere götürüp satan Ürgüplü namlı ayakkabı ustası Kadir Ağa, bir gün, Soğanlı, Mavrican koyaklarına giderken İbrahim Ağa'nın evine konuk oldu. Emine güler yüzle hizmet etti, babası o anda evde yoktu. Konuğun abdesti için su ısıttı, kahvesini getirdi. Oğlu Ahmet askerdeydi. Her gittiği yerde kız bakıyordu. Emine'yi beğendi. İbrahim Ağa tarladan dönünce, kucaklaştılar.
'' Hayırlı bir düşüncem var İbrahim gardaş...''
Gülümsedi İbrahim Ağa. Anlamıştı. Uzun söze ne hacet ! Ahmet Ağa müstakbel gelinine, çuvalın içinden beğendiği cıkcıkıyı almasını istedi. Emine utandı. Çekindi. Daha da güzelleşti, iyi deriden yapılmış güzel pabuçları incelerken. .
Kadir Ağa gönlü pır pır, atını sürdü Damsa'ya, Mavrican'a, Soğanlı'ya, Başköy'e doğru. İlk fırsatta , Ürgüp'e dönünce oğluna bir mektup yazarak, ona sözlüsünü anlatacaktı.
..........................
Emine gelin geldi Ürgüp'e.
Birkaç yıl içinde, herkesin sevdiği , takdir ettiği güzel, olgun bir kadın oldu. Mutluluk onu daha da güzelleştirdi. Giderek çocukları oldu. İki oğlan, iki kız...Bir oğlu Kayseri'de okudu, imam oldu. Digeri şarap fabrikasında usta. Bir kızı Sanat Enstitüsü'nü bitirdi, kurs öğretmeni oldu.Digeri Kayseri'ye gelin gitti; mücevherat ustası bir aileye katıldı.
Aradan yıllar geçti.
Emine Hatun artık olgun bir kadın...Ürgüp'ten 1340 Ahali Mübadelesiyle Yunanistan'a gidenler orada nostaljik duygularla, kurdukları köylerine Nea Prokopion adını vermiştiler. Önceleri yerli halk , muhacirlere Türkopol deseler de aradan 15, 20 yıl geçince kaynaşma belirginleşmiş, kız alıp vermeğe başlamıştılar.
1950 ortalarından başlayarak eski yurtlarını ziyarete başladılar. Kimilerinin evleri yıkıntılaşmıştı. Bakıp bakıp el bağladılar karşısında, kendilerini tutamayıp ağladılar. Sağlam kalmış evlerde yaşayan aileler ısrarla konukları çağırıp ikram etmek, ağırlamak istiyorlardı onları.
'' Otel de neymiş. Odalarımız boş duruyor. Kalın işte burda, rahat ettiririz sizi. ''
Emine Kadın onlara bakıp derin düşüncelere dalıyordu.
İçinde bir burukluk vardı. Ne oluyordu, neydi bu tedirginliği !
Esbelli Kayası çevresinde Ürgüp'ün köklü bir ailesinin düğünü vardı. Hacı İzzet Ağa'nın oğlu antika dükkanı olan Hüsnü evleniyordu. Gelin Besanconlu Fransız Rose...Düğüne okuntuluydu Emine Hatun. Bir bilezik ayırdı, götürdü gelinin koluna taktı. Gözyaşlarını tutamadı Rose'u kucaklayıp öperken, mırıldandı ardarda.
'' Biz yumurta gibiyiz. Dışımızı boyadılar. Ya içimiz ! ''
'' Dışımızı boyadılar, kabuğumuzu... İçimiz aynen duruyor.''
----------------------------
8 Eylül 2025. Acıbadem.