BALKAN GEZİSİ İZLENİMLERİ
Ecdadımızın İ'lâ-yi Kelimetullah uğruna mücadele ettiği Balkan coğrafyasını ne zamandır merak ediyordum. Bir grup arkadaşla şehzadeler şehri Amasya’dan bir firma ile anlaşıp seyahate karar verdik.
İlk gün yolculuğumuz sabah erken saatlerde başladı. Amasya - İstanbul - Tekirdağ - İpsala yolunu takip ederek Yunanistan’a girip Dedeağaç, Gümülcine ve İskeçe üzerinden Kavala şehrine ulaştık.
İkinci gün Kavala – Selanik - Bitola (Manastır) – Resne - Ohrid
Kavala `ya varışımızın ardından sabah kahvaltısı ve enfes Kavala kurabeyilerinin tadına bakıp şehri gezmeye başlıyoruz.
Kavala’ya gelir gelmez dikkatimizi çeken ilk mimari unsur, şehrin silüetine hâkim konumuyla tarihi su kemerleri oluyor. Kanuni Sultan Süleyman tarafından 1520-1566 yılları arasında yaptırıldığı bilinen ve kuzeydeki dağlardan şehrin merkezine su taşıyarak Kavala’ya hayat veren kemerler, tarihteki misyonunu bugün devam ettirmese de mimari estetiği ve ihtişamlı görünümüyle Osmanlı’nın bu şehirdeki sembolü gibi. Kanuni’nin damadı ve önce makbul sonra maktul sadrazamı Pargalı İbrahim Paşa’nın 1530’da kendi adına yaptırdığı cami de bizden bir iz olarak duruyor şehrin merkezinde.
Lozan Antlaşması’ndan sonra kiliseye çevrilen ve Aziz Nikolai Kilisesi adını alan caminin minaresi de kısaltılarak çan kulesine dönüştürülmüş.
Sahile indiğimizde hafifçe esen rüzgârla birlikte bir yanda şehrin zirvesine kurulan Kavala Kalesi’nin ihtişamlı görüntüsü, diğer yanda ise uçsuz bucaksız uzanan Ege Denizi’nin dalga sesleri eşlik ediyor bize. Limana doğru inerken Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın 1817’de on sekiz kubbeli; iki medrese, iki mescit ve bir düşkünler evi olarak inşa ettirdiği imareti de çok güzel görünüyor.
Yolunuzun üzerindeki Halil Bey Camii ve hemen yanında yer alan medreseyi de görüp Selanik`e doğru yola çıkıyoruz.
Selanik`e varışımıza müteakip panoramik şehir turumuza başlıyoruz. Yapacağımız panoramik şehir gezimizde; Kordon, Beyaz Kule, Döner Kule, Fuar, Selanik Kalesi, Osmanlı ve Bizans eserlerini görüyoruz. Yunanistan’ın en büyük kilisesi olan Aya Dimitros Kilisesi ve Azize Sofya kilisesini gezip Türk Konsolosluğunun da bahçesinde bulunduğu Atatürk'ün evine geliyoruz ama tadilat nedeniyle ziyaret edemiyoruz. Oradan limana geçiyoruz. Limanda bir süre gezip yakındaki bir mekanda öğle yemeği yiyip Selanik’ten ayrılıyoruz.
Selanik’ten ayrıldıktan sonra Manastır (Bitola)’a hareket ediyoruz. Manastır’a ulaşınca ilk olarak Atatürk'ün mezun olduğu askeri liseyi ziyaret ederek gezimize başlıyoruz. Şirok Sokak, Bedesten, İshak Çelebi Camii, Yeni Camii, Haydar Kadı Camii’ni ziyaret edip İshak Çelebi Camii’nde ikindi namazını eda ediyoruz.
Manastır (Bitola) ziyaretimiz ardından Resneli Niyazi’nin memleketi olan Resne üzerinden geçerek Balkanların incisi Ohrid’e varıyoruz. Uzun ve yorucu bir günün ardından otelimize yerleşip dinleniyoruz.
Üçüncü gün, Makedonya’nın Ohrid - Tetova (Kalkandelen) – Üsküp şehirlerini gezeceğiz. Sabah kahvaltının ardından yerel rehberimiz Gani, bizlere Ohrid’i gezdiriyor. Gani’nin babası Türk, annesi Makedon. Tatlı ve nazik bir üslupla Ohrid’i anlatmaya başlıyor. Geziye başladığımızda aniden bastıran yağmur hepimizi şaşırtıyor. Makedonya’nın güneybatısında Ohrid Gölü kıyısında inşa edilmiş Ohrid şehri; tarihi Osmanlı evleri, çarşıları, tekkeleri, camileri, kiliseleri, Arnavut kaldırımlı daracık sokaklarıyla gerçekten görmeye değer bir şehir. 17. yüzyıldan beri varlığını sürdüren Pir Mehmed Hayatı Halveti Tekkesi ve Camii’ ini ziyaret ediyoruz. Ecdadımız Osmanlı her gittiği yere, insanlar gölgesinde istirahat etsinler diye çınar ağaçları dikermiş. Ohrid’in sembolü çınar ağacı ve yanındaki buz gibi suyuyla çeşmesi adeta insanların buluşma noktası. Tarihi Türk çarşısı, uzun süren restorasyon çalışması sonrasında tekrar ibadete açılmış olan Ali Paşa Camii, Ohrid Limanı, Karantina Kilisesi, kendinizi bir film setinde gibi hissettirecek olan Türk ve Horasan evleri, Abbaralar Antik Egnatia Yolu, Keraklea Lynketis, Saat Kulesi, Aya Dimitri Kilisesi, Ayasofya Klisesi, Aya Klement Manastırı’nı geziyoruz.
Ohrid incisi diğer incilerden farklı, Ohrid Gölü’nden çıkan inciler özel tekniklerle imal edildiğinden şehre her gelen bu incilerden almak istiyor. Bizler de inci dükkanlarından incilerin yapım aşamalarını inceleyip alışveriş yaparak buradan ayrılıyoruz.
Güzergahımız üzerinde ülkenin 3. büyük şehri ve Arnavut nüfusunun en yoğun olduğu Kalkandelen (Tetova) şehrini ziyaret ediyoruz. Bu bölgenin insanları çok güzel ok imal ederlermiş. Hatta yaptıkları bu oklar kalkanları bile deldiğinden bu isim verilmiş. Ohrid’ le Kalkandelen arası adeta bizim Karadeniz köyleri gibi. Bazı köylerde hem cami hem de kilise var; bazılarında ise uzun şerefeli minareli camiler var. Kalkandelen’de Alaca Camii’ndeyiz. Alaca Cami (Sarena Dzamija) 1459’da Hurşide ve Mensure isminde 2 kız kardeşin desteğiyle yapılmış. 1833’te Abdurrahman Paşa tarafından yeniden inşa ettirilmiş. Bu yüzden de halk arasında Djamija Paşa Cami olarak da biliniyor. Caminin bahçesinde şadırvan ve kız kardeşlerin mezarlarının bulunduğu türbe var. Caminin duvarlarındaki desenlerin dünyadaki camilerde eşi benzeri yok. Desenlerindeki renklerin canlılığını korumak için yapımı sırasında 50.000 yumurta akı kullanılmış. Caminin kıble istikametinde de imarethanesi var. Vakit namazına kadınların da namaza iştirak etmesi bizleri duygulandırıyor. İkindi namazını burada kılıp buradan ayrılıyoruz.
Üsküp’e vardığımızda yerel rehberimiz Makedon Türkü Süleyman bizleri karşılıyor. Şiirsel ve duygusal bir anlatımla ecdadımızın o topraklar için yaptığı hizmetlerden bahsediyor. Üsküp’teki İslam’ın izini kaybettirmek için yüksek bir dağa 70 metre uzunluğunda bir haç yapılmış. Bunun üzerine Bilge Kral Aliye Izzetbegoviç: “Dağlara ne kadar haç dikerseniz dikin, gökyüzüne her baktığınızda Hilal'i göreceksiniz!” demiş. Bundan sonra o bölgedeki Müslümanlar da yaptırdıkları minareleri 71 metre olarak inşa ettirmişlerdir. Haçın yanına da İstanbul’daki Çamlıca Kulesi gibi bir kule yapılmış. Vardar Nehri şehri ikiye ayırıyor. Üzerindeki tarihî Fatih Sultan Mehmet Köprüsü ve mihrabı görülmeye değer. Üsküp’te şehir turumuza başlıyoruz. Üsküp Yahya Kemal Beyatlı'nın doğduğu şehir. Turumuza devam ediyoruz. Eski Tren Garı, Rahibe Teresa Anıtı, Taş Köprü, Kale Surları, Osmanlı döneminden kalma eski şehir, Osmanlı'nın Balkanlar'daki en güzel mimari mirasları arasında yer alan Mustafa Paşa, Murad Paşa ve Gazi İsa Bey Camileri, Davud Paşa Hamamı, Sulu ve Kurşunlu Han’ı ziyaret edip Murat Paşa Camii’nde ikindiyi kılıyoruz. Üsküp’te cuma namazlarında halen bu camide Türkçe vaaz ve hutbe okunmaktadır. Akşam yemeği ve yöresel halk oyunları ekibi gösterisi ve Makedon gecesiyle günümüzü tamamlıyoruz.
Dördüncü gün sabah Üsküp’e 25 km. uzaklıkta yer alan ve gri kireçtaşı kayalıkların zümrüt yeşili suyla buluştuğu doğa harikası Matka Kanyonu’na geliyoruz. Matka Kanyonu görkemli doğası, etkileyici mağaralarıyla Balkanlar'ın en çarpıcı doğa rotalarından biri olma özelliğini taşıyor. Yaklaşık 5 bin hektarlık alanı kapsayan Matka, yalnızca bir doğa alanı değil; tarih, coğrafya ve maceranın iç içe geçtiği bir açık hava sahnesi olarak hepimizin dikkatini çekiyor. Keyifli bir tekne turunun ardından yaklaşık 1.5 km yürüyerek otobüsümüzün yanına ulaşıyoruz. Otobüs şoförümüz Edirneli Hakan Bey, tecrübeli hazırcevap ve babacan birisi. Zaman zaman Maraşlı rehber Halis Bey ile gidilecek yol hususunda tartışsalar da şirket yetkilisi Zekai Bey’in araya girmesiyle orta yolu buluyorlardı. Hatta otobüste çalınacak müzik ve eğlence hususunda Zekai Bey’le aramızda ufak bir gerginlik de çıktı. Ama uzun sürmedi. Sağ olsun Zekai Bey anlayışlı ve tecrübeli bir idareci. Uzun yolculuklarda herkesin daha çok anlayış göstermeye ihtiyacı var.
Buradan Kosova’nın başkenti Priştine yakınlarındaki Kosava Savaşı’nın yapıldığı Kosava Ovası’na ve Sultan Murat Türbesi’ne geliyoruz. Türbe, Priştine-Mitrovitsa yolunun 6. kilometresindeki Mazgit Köyü’nde yer almakta ve yanında da selamlık binası mevcut. Türbenin yanında türbeyi koruyan türbedar ailesine ait bir ev var. Dış girişte Türkiye Diyanet Vakfı tarafından türbe ve buradaki yapıların restorasyonunun yapıldığı bilgisini görünce camilerimizde cuma günleri toplanan yardımların ecdat yadigarı bu topraklarda karşılığını görmek beni çok duygulandırdı.
Türbe ziyareti sonrası Kosava’nın bir başka şehri Prizren’e geçiyoruz. Kosova'nın güneybatısındaki dağların gölgesinde saklı, adını "temiz altın" anlamına gelen "pür zerrin" kelimesinden alan ve Balkanlar'ın mücevheri olarak tarif edilen Prizren, ülkede Türk nüfusunun en yoğun olduğu şehir. Şehri adeta ikiye ayıran Lumbardhi Nehri üzerinde zarifçe uzanan tarihi Taş Köprü, Prizren'in simgesi olarak öne çıkıyor. Şadırvan Meydanı, Bayraklı Camii, Sinan Paşa Camii, Hamam, Maraş Mahallesi’ndeki ulu çınar adeta tarihe meydan okuyor. İkindi namazını Bayraklı Camii’nde kıldıktan sonra Nevşehir’den arkadaşlarla karşılaşmamız bizim için sürpriz oluyor. Prizen’den bir başka ülkeye; Arnavutluk’a geçiyoruz ve geceyi İşkodra şehrinde geçiriyoruz.
Beşinci gün Avrupa’nın en genç devletlerinden Karadağ’a geçiyoruz. Yolda rehberimizin verdiği ilginç bir bilgi hepimizi gülümsetiyor: “Karadağlılar yorgun doğarlar, dinlenmek için yaşarlar!” diyor. Karadağ’ın meşhur tembellik anayasası: Eğer bir Karadağlıyı çalışırken görürseniz, ona yardım edin, kendiniz çalışmayın! İşte böylesine keyifli bir mizah anlayışı var bu coğrafyanın insanında. İlk şehrimiz Bar. Bu şehir farklı dinlerin mensuplarının barış içinde yaşadığı turistik ve tarihi özellikleri ile öne çıkan güzel bir liman şehridir. Bar şehri içerisinde Müslüman halkı barındıran son şehirdir. Budva şehrine yaklaşırken tepenin başından küçük bir adayı seyredip fotoğraf çektiriyoruz. Bu ada Svetistefan Adası. Svetistefan Adası, Budva şehir merkezine yakın ve Budva sınırları içinde küçük bir Adriyatik adası. Kısa ve dar bir geçit ile karaya bağlantısı bulunan ada, şimdilerde lüks otel olarak kullanıyor. Panoramik Budva geçişi ile Kotor Körfezi'nin içinde yer alan Kotor'a varıyoruz. Kotor, Orta Çağ mimari yapılarıyla Avrupa kıtasında yer almakta ve yemyeşil dağların ardına gizlenmiş büyülü güzellikleri ile hem kültür hem de deniz tatili yapmak isteyen kişilere büyülü bir dünyanın kapılarını aralama imkânı sunmaktadır. Bu şehir belediye tarafından yönetiliyormuş ve şehre her giren turist belgesini gösterip vergi veriyor. Kotor'da Eski Şehir, Aziz Tripun, Nikola Kiliseleri ve tarihi saat kulesini geziyoruz ama şehirde namaz kılacak bir mescit bulamıyoruz. Bunun için öğle namazını çimlerin üzerinde kılıyoruz. Ardından Ohrid’de olduğu gibi aniden yağmur bastırıyor. Buradan Hırvatistan’ a geçiyoruz. Sınırı geçtikten sonra kısa bir yolculuğun ardından; İtalyanca adı Ragusa olan, Adriyatik'in en eski ticaret limanlarından, uzun yıllar Venedik etkisinde kaldığı için İtalyan üslubu mimarisi ve şehir dokusuyla bünyesinde muhteşem bir tarih-doğa sentezini barındıran Dubrovnik şehrine ulaşıyoruz.
Öncelikle UNESCO Dünya Mirası Listesi'ne dahil olan eski şehir meydanı ile başladık. Şehrin kule ve surları, Aziz Vlah Kilisesi, Knez Köşkü, ünlü şair Gundulic'in Heykeli, tarihi Çeşme ve 14. yüzyıldan kalma eczane gördüğümüz yerlerden bazıları. İkindi namazını eski şehrin içerisinde ikinci katta bir mescitte kıldık. Namazdan sonra sahile indik ve Adriyatik Körfezi’nde denize ayağımızı soktuk. Akşam üzeri Dubrovnik’ten ayrıldık.
Hırvatistan sınırlarını geçmek biraz zor oldu. İki ayrı sınır kapısına vardık, sistem yok dediler. Üçüncü kapıdan zor da olsa geçtik ve Bosna- Hersek’te Trebinje yakınlarındaki otelimize yerleştik.
Altıncı gün Trebinjeveya (Neum) – Blagay – Mostar – Saraybosna.
Blagay, Mostar’ın içinden de geçen ve Bosna-Hersek’in en büyük nehirlerinden biri olan “Neretva” nın önemli kollarından biri olan “Buna Nehri” nin doğduğu yer. Küçük bir yerleşim birimi olan Blagay’ı önemli kılan ise hemen su kaynağının bulunduğu mağaranın yanı başında bulunan “Blagay Tekkesi.” Bugünlerde Nakşibendi tekkesi olan Blagay, bir Bektaşi Tekkesi olarak kuruldu. Osmanlılar, özellikle Balkanlara (Yeniçeriler de Bektaşi dergahına bağlıydı) yolladıkları Bektaşi dervişleri ve babaları sayesinde çok kısa sürede yüz binlerce kişinin Müslümanlaşmasını sağladı. Tekkenin içerisinde ayrıca Sarı Saltuk’a ait olduğu söylenen mezar da bulunuyor. Girişte bilet alıp giriyoruz. Tekkenin girişinde bizleri Türkçe, Boşnakça, İngilizce ve Rusça olmak üzere dört dilde yazılmış bir tabela karşılıyor. Tabeladan aktarılan bilgilere göre: “15.yy başlarında Alperenler (dervişler) tarafından; “Yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevmek” idealiyle kurulan tekke; tarihinde Kadiri, Rufai, Halveti ve Nakşibendi tarikatlarına ev sahipliği yapmış ve halen de yapmaya devam etmektedir. Türbe (Sarı Saltuk ve Şeyh Açıkbaş) ibadet odaları, misafirhane, mutfak, hamamlık, iç avlu ve abdesthane bölümlerinden oluşmaktadır. Ziyaretimizin ardından bol bol fotoğraf çektirip, alış veriş yaparak ayrılıyoruz. Hediyelik eşyaların fiyatları burada diğer yerlere göre daha uygun. Buradan 600 yıllık geçmişe sahip, Bosna-Hersek'i oluşturan iki parçadan biri olan Hersek'in en büyük şehri Mostar' a geçiyoruz. Otobüsümüzü park ettiğimiz alanın hemen yanında bir kilise ve çan kulesi var. Bu kule tam 107 metre yükseklikte ve şehrin her yerinden görülüyor. Sadece bir inat uğruna dikilmiş. En yüksekte haç; hatta hemen karşıdaki tepenin üstünde de bir haç görülüyor.
Şehir turumuzda öncelikle; 1557'de Mimar Sinan'ın öğrencilerinden Mimar Hayreddin'in inşa ettiği, ancak 1992'de Hırvat topçu ateşiyle yıkılan, daha sonra 2004'te Türkiye'nin de büyük desteğiyle orijinal malzeme ve dönemin inşa teknolojisiyle yeniden yapılan, Mostar Köprüsü var. Bu köprü UNESCO Dünya Mirası Listesi'ndedir. Zümrüt yeşili rengiyle bilinen Neretva Nehri üzerine inşa edilen köprünün yapımında 456 kalıp taş kullanılmıştır. 24 metre yüksekliğinde, 30 metre uzunluğunda, 4 metre genişliğindeki köprü, Mostar şehrine de adını verdi. Daha sonra Kuyumcular Çarşısı, Koski Mehmed Paşa Camii, Eski Hamam ve dönemin tipik Osmanlı evini yansıtan Müslüm Bey Konağı’nı görüp öğle namazını Koski Mehmet Paşa Camii’nde eda edip arka tarafından Mostar manzarasını seyrediyoruz. Köprüden atlayan gençler ilginç anların yaşanmasına sebep oluyor. Camiden çıkınca konsolosluk binamızı görünce duygulanıyoruz.
Mostar’dan hareket ettikten iki buçuk saat sonra Saraybosna`ya geliyoruz. Bosna Hersek’in başkenti olan Saraybosna aynı zamanda ülkenin en büyük şehri. Saraybosna’nın İngilizce başta olmak üzere birçok dilde karşılığı Sarajevo’dur. Osmanlı zamanında Saraybosna yıllar boyunca Bosna Saray ve Saray Ovası olarak adlandırılırmış, bu nedenle bu tarihten sonra birçok dilde şehir Sarajevo olarak bilinmiş. Asırlar boyunca Balkanlar'ın kültür başkentliğini yapmış, 1914'te Avusturya-Macaristan Veliahdı Arşidük Franz Ferdinand'ın Sırplar tarafından burada öldürülmesi üzerine Birinci Dünya Savaşı'nın çıktığı yer olmuş. 1992 savaşında ise Sırp, Hırvat ve Boşnaklar'ın kendi aralarındaki yıkıcı savaşları sonucu büyük tahribata uğramış fakat güzelliğini halen büyük ölçüde korumuştur.
İlk olarak Kovacı Mezarlığı’nda bulunan şehitliği ve Aliya Izzetbegoviç’ in kabrini ziyaret ediyoruz. Aliya İzetbegoviç: “Her fâni gibi, ben de öleceğim. Öldüğümde mezarıma anıt yapmayın, Osmanlı askerleriyle, Bosna şehitleriyle yan yana yatmak istiyorum.” Demiş ve şehitlikte şehitlerle birlikte yatmakta. Dikkatimizi çekecek olan bir diğer şey Aliya’nın mezar taşına sıfat olarak ‘cumhurbaşkanı’ değil, ‘Abdullah / Allah’ın kulu’ yazdırmış olmasıdır. Aliya’nın kabir toprağının bir kısmı İstanbul’dan, Fatih Sultan Mehmet Han’ın türbesinden getirilmiştir. Kabrin başında önceden okuduğumuz hatmi şeriflerin duasını grubumuzla birlikte çok duygulu bir atmosferde yaptım. Fikirleri ve tarihe bıraktığı mirasın ölmediği ve çağımızın en karizmatik, en bilge, en medeni devlet başkanlarından biri olan Aliya’nın kabrini bir cennet bahçesini dolaşma ferahlığı ile ziyaret etmenin huzuru ile mezarlıktan ayrılıyoruz.
Saraybosna'daki panoramik şehir turumuzda; Meşhur Baş Çarşı, tarihi Osmanlı hanı Morica Han, şehrin dinsel kozmopolitliğini yansıtan Katolik Katedrali, Sinagog, Gazi Hüsrev Bey Külliyesi ve Camii, Ferhadiye Camii, 1914'te Franz Ferdinand suikastinin gerçekleştiği Latin Köprüsü, eski kütüphane, şehrin 40 yıllık Avusturya-Macaristan yönetimi sırasında oluşmuş ve batı tarzı binalarını görerek turumuzu tamamladık.
Saraybosna’nın en sarsıcı hatıralarından biri “Saraybosna Gülleri” ydi. Asfaltın üzerinde kırmızı boyayla yapılmış çiçeklere benzeyen izler vardı. Savaş sırasında Sırpların top atışlarıyla düşen havan mermilerinin açtığı çukurlardı. O çukurlar, daha sonra kırmızı boya ile doldurulmuş, birer gül formuna dönüştürülmüştü. Akşam namazını Gazi Hüsrev Bey Camii’nde kıldık. Cami genç yaşlı, erkek kadın tıklım tıklım dolu idi. Öğle namazının ardından her gün Gazi Hüsrev Bey ruhuna ithaf edilmek üzere hatim okunması bir gelenek halinde günümüze kadar gelmiştir. Caminin hemen yanında bulunan Hüsrev Bey’ in ve en yakın yardımcısı Murat Bey’in kabirlerini ziyaret edip çarşıdaki bir mekânda akşam yemeği yedik.
Baş Cami kenarında akşam anlamlı bir etkinliğe şahit olduk. Meydana sahne kurulmuş, Mostar din görevlileri, Gazi Hüsrev Bey Medresesi öğrencileri ve yerel solistler ilahi ve Nat- ı Şerifler okuyarak Allah Resulü (SAV)’nün dünyaya teşriflerini çok güzel ve duygulu bir programla kutladılar. Çarşıda bulunan insanlar da coşkulu bir şekilde programa iştirak etti. İçerisinde bulunduğumuz Rebiyülevvel ayı münasebetiyle bu bizleri ayrıca duygulandırdı. Geceyi Bosna’da geçirdik.
Yedinci gün Sırbistan- Belgrad.
Sabah kahvaltımızdan sonra Bosna’ya on beş dakika mesafede Vrelo Bosna Tabiat Parkı’na geliyoruz. Bosna Hersek’in üçüncü büyük nehri olan Bosna Nehri, Vrelo Bosna’da doğduğu için su kaynaklarının güzelliği ve eşsiz yeşili ile gelenlere masalsı bir his veriyor burası. Bazı hastalıklarının tedavisinde iyileştirici etkisi olduğu söylenen doğal kaynakların yanı sıra, yaz kış akmaya devam eden irili ufaklı akarsuları, akarsuların üzerine kurulan güzel köprüler ile adeta cennetten bir köşe. Bu güzel tabiat parkı, Bosna Savaşı’nın sembollerinden İgman Dağı eteklerinde yer alıyor. İgman Dağı şehir için çok önemli bir anlama sahip. Zira Sırp birliklerinin ilerleyişi, Boşnak mücahitlerin dağdaki kahramanca mücadelesi sonucunda durdurulmuş, böylece şehre girişleri engellenmiş ve çok sayıda mücahit burada şehit düşmüştü. Onların aziz hatıralarını da her an hissetmek mümkün. Ruhları şad, makamları Âlî, mekanları cennet olsun inşallah. Öğle Sırbistan gümrüğünü geçip yorucu bir yolculuktan sonra, akşam üzeri başkent Belgrat’a geldik. Avrupa’nın en eski kentlerinden biri olan Belgrad şehir turumuzda Türk döneminin muhteşem oyma tavanları ile süslü eski saray, Bin Yıl Anıtı, Sava Nehri'nin Tuna'ya katıldığı noktada Fatih Sultan Mehmed'in uğruna yaralandığı ama fethinin Kanuni Sultan Süleyman'a nasip olduğu Osmanlı donanmasının ikmal merkezlerinden Belgard Kalesi, Kale Meydanı, Taş Meydan, Sokullu Mehmet Paşa Çeşmesi, Askeri Müze, Şehit Ali Paşa'nın türbesini ziyaret ettik. Şehrin tek camisi olan Bayraklı Camii’nde akşam namazını kılıp otelimize geçiyoruz.
Sekizinci gün Bulgaristan– Sofya –Edirne- İstanbul- Amasya
Sabah erkenden otelden ayrılıp 14.30’da Bulgaristan’ ın başkenti Sofya’ya ulaşıyoruz. İlk olarak Balkanlar’ın en büyük kilisesi olan Alexsander Nevski Katedrali, Milli Kütüphane, Sofya Üniversitesi, Eski Kraliyet Sarayı, Neo klasik stilinde yapılmış olan Milli Bulgar Tiyatrosu, Arkeoloji Müzesi, Eski Sofya- Sendika şehri, Rotonda Kiliselerini görüyoruz. Daha sonra meclis binasının yanından yürüyerek Sofya Heykeli’ne panoramik bakışarak turu tamamlıyoruz. İkindi namazını şehrin simgesi olan Kadı Seyfullah Efendi (Banyabaşı) Camii’nde eda edip Sofya’dan ayrılıyoruz. Akşam saat 10’da Bulgaristan gümrüğüne yarım saat kala yolda Mustafa Market diye bir tesiste yatsıyı kılıp alışveriş yaparak gece birde elhamdülillah Edirne’ye giriyoruz.
Bir hafta da olsa memleket hasreti sona eriyor. Sabah 5’te İstanbul’dan çıkıp 14.30’da Amasya’da yolculuğumuz, başladığı yerde nihayete eriyor. Bir müddet dinlendikten sonra arkadaşlarla birlikte Nevşehir’imize gece birde ulaşıyoruz.
9 ülkenin 17 şehrini 8 gün boyunca gezdiğimiz yolculuğumuz boyunca, Balkan coğrafyasında ecdadımızın ayak bastığı topraklara sinmiş tarihi, nehirlerle akıp gelen medeniyeti ve doğanın göz kamaştıran güzelliğiyle sarıp sarmalayan şehirleri gördük. Ecdadımızın izlerini taşıyan belgeler, objeler ve anlatımlar arasında dolaşırken bir milletin hafızasında geziniyor gibiydik. Her detay sanki o bölgede kanını İslam’ın izzeti için akıtan şehitlerin şehadet anını anlatıyordu bize. Bize düşen; tarihin çizdiği bu izleri silmemek, kurulan bağları canlı tutmak ve Balkanlardaki Müslüman kardeşlerimize her zaman yanlarında olduğumuzu hissettirmektir.
Yüce Rabbim İ'lâ-yi Kelimetullah uğruna dünyanın neresinde olursa olsun, şehadet mertebesine ulaşmış aziz şehitlerimizin ruhlarını aziz, makamlarıni âlî, mekanlarını cennet eylesin.
HÜSREV ÖNDEGELEN
İLAHİYATÇI ARAŞTIRMACI YAZAR