DÜŞÜNCE ÖZGÜRLÜĞÜ

–DİYNET VE MEAL MESELESİ-

İnsanın korkmadan ve çekinmeden özgürce kendisini ifade edebilmesi kadar değerli bir şey yoktur. İnsanların akılları, akılları nispetinde anlayışları, kavrayışları aynı değildir. Mutlak güç ve kudret sahibi, insanları, fiziken tek tip yaratmadığı gibi aklen de öyle yaratmamıştır.

Diğer taraftan hiçbir bir varlık, erkini/yetkisini ve sevgisini diğeriyle paylaşmak istemez. Aklını kullanarak hareket edeceğini, bu yüzden isyan edip, günah işleyeceğini ileri sürerek Âdem’in yaratılışına itiraz eden melekler, Âdem’in Allah nezdindeki otoritesini ve imtiyazını kıskanan şeytan gibi.

Nasıl ki İslam’ın kutsal kitabı, her insanı muhatap alarak emir ve yasakları vaz etmişse, yöneticiler de sosyal hayatı en zeki veya en ebleh insanlara göre değil herkesi ihata/kuşatacak şekilde düzenlemelidir.

Her insan mükerremdir. Kimse kimseyi aşağılama, tahkir ve tezyif etme hakkına sahip değildir. Yunus’un dilinde vücut bulan şu mısrada olduğu gibi; yaratılanı severim yaratandan ötürü.

Akıl ve zekâ yönünden durum böyle iken bir de ayrı din sahiplerine, hatta aynı dine mensup olmakla beraber değişik düşünceye sahip olanlara da anlayış gösterilmeli. Neden benim gibi düşünmüyorsun diye insanları ilzam edilmemeli. Bozucu ve bozgunculuk yapmadığı, toplumu ifsat ve manipüle etmediği müddetçe her türlü inanç ve anlayış hoşgörüyle karşılanmalı. Değişik düşünceye sahip olanlar, yöneticilerin himayesinde, rahatça ve huzur içinde yaşayabilmeli.

Farklıklara tahammül gösterilmeyip, baskı uygulanacak olursa toplumda huzursuzluk baş gösterdiği gibi hiçbir zaman da iyi netice alınamaz. Aksine bir sürü yanlışlığın doğmasına sebep olur. Böyle ortamlarda, yöneticilerin gücünden ve baskısından korkanlar ya yer altına çekilir ya da ‘t a k i y y e’ ye başvurur.

Geçmişte ilahi dinler dâhil olmak üzere bütün dinlerde ayrı düşünenler arasında tartışmalar ve hatta savaşların olduğu bilinmektedir. Buna benzer hadiseleri yok etmenin veya minimize etmenin yolu, aşağıda örneğini verdiğim Selçuklu Sultanları gibi anlayışlı, kendisiyle barışık, müsamahakâr yöneticilerle mümkündür.

‘Allah; pisliği, aklını kullanmayanların üzerine yağdırır,’ (1) buyuran Yüce Yaratıcı, kullarının düşünmesini istemekte. Düşünen ve okuyan üretir. Taklitten ziyade tahkiki benimser. Bilindiği üzere dinimizde her ne kadar taklidi iman muteber kabul edilse de tahkiki iman tercih edilmiştir.

Söyleneni ve yapılanı sorgulayan, neden ve niçinini araştıran, farklılığı zenginlik bilen ilk Müslümanlar, kuru kuruya inanmayarak, vahyin muhatabı Efendimize sual üstüne sual etmişler. Belki de bu yüzden olacak ki, Peygamberimizin vefatından kısa süre sonra; Şia, Cebriye, Mürciye, Kaderiye, Mutezile, Hanefi, Şafi, Maliki, Hanbeli, Eş’ ari ve Maturidîlik gibi fırkalar ortaya çıktı. Bütün bunlar, düşünmenin ürünüdür.

Sadece ümmetler mi peygamberlerine sual etmişler; peygamberler de Allah’a sual etmişler. Ölüleri nasıl diriltileceğini öğrenmek isteyen Hz. İbrahim (2), Allah’tan kendisini göstermesini isteyen Hz. Musa gibi. (3)

Ulema-Ümera ilişkisi ve fikir özgürlüğü: Yukarda ismini verdiğim kimi düşünce ekollerinden birini benimseyen bazı yöneticiler, farklı düşünce sahiplerine sıcak bakmadıkları gibi baskı uygulayıp eziyet ettiler. İktidarını desteklemeyenleri zindana atıp işkence ettiler. (İmam-ı Azam, Ahmet Bin Hanbel vs.)

Bir takım ulema, her ne kadar baskıya maruz kalsa da gerçeği söylemekten geri durmamıştır. Yanlışlığını gördüğü hususlarda yöneticilere doğruyu söylemekten çekinmemiştir. O âlimlerden biri de Ebû Müslim el-Havlânî.

Havlânî bir keresinde Emevi halifesi Muaviye b. Ebî Sufyan’a geldi ve ona şöyle dedi: “Selam üzerine olsun, ey ücretli!’ Saraydaki hazirûn onu düzelttiler ve ona şöyle demesini söylediler: ‘Selam üzerinize olsun, ey hükümdar/prens.’ (…) fakat el-Havlânî, el-ecir (ücretli) kelimesini üç defa tekrarladı. Bunun üzerine Muaviye hazirûna: ‘Ebû Müslim’i rahat bırakın. O söylediği şeyi en iyi bilendir. Daha sonra Ebû Müslim, Muaviye’ye: ‘Sen bir sürünün Sahibi tarafından, onları gözetmek için ücretle tutuldun. Eğer uyuz olanları iyileştirip sıhhate kavuşturursan, hasta olanları iyileştirirsen ve onları en alttakilerini en üsttekilerine yeğlersen, bu sürünün Sahibi sana hak ettiğin ödülü verecektir. Eğer uyuzları iyileştirmez, hastaları tedavi etmezsen ya da onların en düşük derecede olanlarını en üstte olanlara yeğlemezsen, o zaman sürünün Efendisi, seni cezalandıracaktır.” (4)

Bu çarpıcı örnekten sonra gördüğüm o ki, tebaası içinde farklı düşünce sahiplerine Büyük Selçuklu Sultanları kadar iyi davrananı az olmuştur. Onlar, fikir özgürlüğü konusunda olabildiğince müsamahakâr davranmışlar. Selçuklu tarihi uzmanı rahmetli Osman Turan; ‘İslam dinini ve Selçuklu İmparatorluğunu yıkmak için çeşitli teşkilat kuran Bâtıniler ve ifrit Şia müstesna Selçuklu Sultan ve Beyleri mezhepler arası farklılığa ve kavgalara asla müdahale etmemişlerdir, ancak sosyal hayatı korumak ve mücadeleleri yatıştırmak maksadıyla uzlaştırıcı rol oynamışlardır’ der.

Turan Hoca’nın görüşünü destekleyen bazı örnekler de şöyledir. Nizamü’l Mülk’ün öncülüğünde kurulan Nizamiye medreselerinin gayesi, Ehl-i Sünnet anlayışını yaygınlaştırmaktı. Melik-Şah döneminde Bağdat’ta Eş’arîler ile Hanbelîler arasında çıkan tartışma ve hatta kavgadan sonra Sultan, birine taraf olmaktan ziyade gönderdiği mektupta; Nizamiye Medresesini, bir mezhebi korumak için değil ilmi himaye temek ve yükseltmek gayesiyle kurduklarını, mezhepler arası bir tefrik siyaseti gütmediklerini belirtmiştir.

Bu medreselerde dört mezhebe –Hanefî, Şafî, Malikî, Hanbelî- mensup âlim ve talebeler bir arada eğitim görürdü. Sultanlar ilimde böyle olduğu gibi yönetimde de aynıydı. Büyük Selçuklu Sultanlarının hemen hepsi Hanefi mezhebine mensup olmakla beraber, Alpaslan ve Melik-Şah’ın kudretli Veziri Nizamü’l-Mülk Şafi mezhebindendi. Bu farklılık hiçbir zaman tartışma konusu yapılmadı. Hakeza Nizamiye Medreselerinin Baş Müderrisi İmam Gazali Şafi mezhebine mensup olduğu halde diğer üç mezhebe bağlı âlimler de ders vermekteydi.

Sultan Sencer zamanında Merv, Belh ve diğer kültür merkezlerinde umumi münazaralar/tartışmalar kökleşmiş bir anane/gelenek halinde devam ediyordu. Bu tartışmaya kadınlar dahi katılmaktaydı. O tarihlerde orada bulunan Çinli bir seyyah hatıralarında bu durumdan bahsetmektedir.

‘Kendime bir köşk yapıp da yanına bir cami inşa etmezsem Allah’tan utanırım’ diyen Efsane Sultan Tuğrul, fethettiği şehirlere girerken ilk işi âlimleri ve din adamlarını tevazuuyla ziyaret veya kabul etmekti.

Ulema ile ümera arasındaki uyumu ve ilişkiyi anlatması açısından şu örnek çok önemlidir. Melik-Şah, Ramazan ayının son gününde hilalin gözükmesi üzerine bayram gününü ilan eder. Fakat İmam Cüveynî, sultanın hilafına ertesi günün ramazan olduğuna ve oruç tutulması gerektiğine dair fetva verir. Bu durum üzerine Sultan, nazikçe İmamü’l-Haremeyni saraya davet eder. Görüşme sırasında Cüveynî; “Sultana ait işlerde fermana itaat vazifemizdir, lakin fetvaya taalluk eden meselelerde de Sultanın bize sorması gerekir” der. Cevabı haklı bulan Sultan, fetvaya uyar ve misafirini saygı ve tazimle uğurlar.

Cuma namazı çıkışında Nişapurlu büyük âlim Ali Bin Hasan el- Sandali’ye, niçin ziyaretine gelmediğini soran Melik-Şah’a; “Sizin hükümdarların en iyisi olmanız, benim de âlimlerin en kötüsü olmamaklığım içindir. Zira hükümdarların en iyisi âlimleri ziyaret eden, âlimlerin en kötüsü de hükümdarların ziyaretine koşandır” diye cevap verir.

Sultan Sencer ve Gazali: Sultan Sencer, Gazali’nin İmam-ı Azam Ebû Hanife aleyhinde konuştuğu rivayetinden dolayı huzuruna davet eder. Doğduğu ve çocukluğunun geçtiği Tus şehrinde inzivada olan Gazali, Sultan’a yazdığı mektubunda, hükümdarların huzuruna çıkmamaya ahdettiğini belirterek; yeminini bozmamasını rica eder ve ancak emre uyarak Meşhed’e kadar gelebileceğini söyler. Burada vuku bulan buluşmada, Sultan’ın büyük âlimin gelişi esnasında bütün emirleriyle birlikte ayağa kalkar ve onu tahtının yanında oturtur.

Gazali, âlimlerin hükümdarlar huzurunda dua, sena ve tavsiyelerle söze başlamaları adet olduğunu, fakat riya ile karışması ihtimali karşısında kendisinin huzurda böyle hareket etmeyeceğini, duayı ancak Allah ile yalınız kaldığı zaman yapacağını söyler. Daha sonra Tuğrul Bey, Alp Arslan ve Melik Şah’tan bahisle mühim fikir ve nasihatlerde bulunur. Daha sonra da; büyük İslam hukukçusu İmam-ı Azam aleyhinde konuşmasının imkânsız ve böyle bir rivayetin de yalan olduğunu söyler.

Gazali, Sultanla arsında geçen konuşmayı hükümdarın isteği üzerine Nasihat’ül-Mülûk adıyla kaleme alır. Kaleme alınan bu metin, bütün âlimlere ve medreselere gönderilir.

Alp Arslan kendine ait iradın bir kısmını fakirlere dağıtırken onda birini de ilim adamlarına sarf ederdi. Melik Şah, kurduğu medrese ve kültür merkezlerinden başka âlim ve mutasavvıflara yılda 300 bin dinar (altın) ihsanda bulunurdu. Sarayı ve muhiti, âlim, şair, tabip ve filozoflarla dolu olan Sencer, rivayete göre 700 bin dinar nakit, 100 bin atlas elbise, pek çok at ve sair kıymetli eşyayı, kendisinin ve devletinin haşmeti ile mütenasip şekilde dağıtırdı.

Fikri farklılığı zenginlik kabul eden Selçuklu Sultanları, mutedil Şia mensuplarına da medrese yapıyorlar, aynî ve nakdî yardımda bulunuyorlardı. Daha da ileri giderek, Melik Şah kızı Salkım Hatun’u Şiî birisiyle evlendirdi. Bu durum, Sultanların, yönetimi altında bulunan insanlar değişik düşünceye, mezhebe sahip olsalar dahi onlara karşı ötekileştirişi bir tutum sergilemediklerini gösterir.

Büyük Selçuklu Sultanları, Bâtıniler, müfrit Şiileri müstesna edersek, her türlü din ve mezhebe hürriyet bahşettikleri hususunda Müslüman ve Hıristiyan müellifler birleşmektedir. Bu ulvi miras, Osmanlıya ve onun devamı olan Türkiye’ye de aynen intikal etmiştir. (5)

Zaman içerisinde ve münferit hadiselerde yer yer yanlışlıklar yapılsa da, Selçuklulardaki hoşgörü ve müsamaha çok iyi çalışıyordu. Onların en önemli özelliklerinden biri de oldukça zor durumdaki Bağdat Halifeliğini, Şiî, Büveyh Oğullarının baskı ve tasallutundan kurtarmalarıdır. Kurtarmakla da kalmayıp, birlikte hareket etmişlerdir.

Ümmet birliğini sağlama ve İslam müessesesini ayakta tutma adına, Tuğrul Bey ve ardından gelen bütün Selçuklu Sultanları, Halifeyi ve halifelik makamını güvenli kıldı. Aynı zamanda Halifeye bağlılıklarını ilan edip, her daim onunla istişarede bulundular.

TBMM’NİN DİYANET’E VERDİĞİ MEAL YETKİSİ

Türk İslam tarihinin bu altın döneminden sonra TBMM tarafından Diyanet’e verilen yetki husussuna gelince; TBMM, Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki Kanun’da değişiklik yaptı. 28.05.2025 tarihinde çıkan kanuna ve yapılan değişikliğe göre, nasıl Mushafları İnceleme ve Kıraat Kurulu basılacak Kuran-ı Kerimi inceleyip “uygundur” mührünü basıyorsa, bundan böyle Din İşleri Yüksek Kurulu ’da çıkacak olan mealleri inceleyerek “uygundur” mührünü basacak. İstenilen kriterlere uymayan meallerin basımına ise müsaade etmeyecek. Müsaade edilmemesine rağmen yayınlanan mealler, mahkeme kararı ve kolluk kuvvetleri vasıtasıyla toplatılıp imha edebilecek.

Diyanet İşleri Başkanlığının diğer birimlerinde de bazı değişiklikler yapılmışsa da günlerdir gündemi meşgul eden meal meselesi oldu. Lehte ve aleyhte çok konuşuldu, çokça yazıldı.

Her konuda olduğu gibi bu meselede de yeterince araştırmadan insanların bir kısmı -tabir caizse- mal bulmuş mağribi gibi verdi veriştirdi. Oysa insan, bir kişi veya bir konu hakkında yazmadan, söylemeden biraz araştırma yapması gerekmez mi? Diyanet’e bu yetki niçin verildi, ona bakılması gerekmez mi?

Yetkin ilim adamlarından oluşan, o veya bu gurubu değil, sadece İslami prensipleri gözeten Din İşleri Yüksek Kurulu, bu konuda geniş denecek yazılı bir açıklama yaptı. O yazıyı okuyanlar görecektir ki, meal hakkında Kurula verilen yetki durup dururken verilmedi. Açıklama yapanlar, yazanlar lütfen Kurul’un bahsi geçen o yazısını okusunlar.

Diyanet İşleri Başkanlığına bakış! Diyanet İşleri Başkanlığı, Türkiye’nin en önemli kurumlarından biridir. Öyle ki, din hakkında bir şeyler yazılsa veya söylense toplumun büyük bir kesimi, Diyanet niye var, neden bir şey yapmıyor diye söylenirken, benzeri konuda bir şey söylese bu kez de Diyanet bu işe niye karışıyor diye bas bas bağırıyorlar!

Diyanet, kendine verilen görevi yapar. Yaparken de reaksiyoner değil, toplumun hiçbir kesimini ötekileştirmeden, İslami esasları dikkate alarak yapar. Onun görevi, toplumun bir kesimini memnun edip, diğer kesimini tenzil etmek değildir. Olmamalıdır da.

Bu gerçeği ifade ederken, Diyanet’in bütün yapıkları hatasız, kusursuz demek istemiyorum. Yanlışı da var, hatası da var. Yalnız, art niyeti yoktur.

Meal meselesi sansür mü? Devlet, yönetimindeki insanların; dinini, aklını, canını, malını ve neslini korumakla görevlidir. Devlet erkânı, bu beş temel esasın yıpratılmasına müsaade etmemelidir. Korunması, muhafazası için de ne gerekiyorsa yapmalıdır. İsmini saydığım bu beş temel esas, sadece İslam dini için değil diğer dinler için de geçerlidir.

Her şeyden evvel meal, Kuran’ın kendisi değil anlaşılması için yapılan tercümedir. Bunun daha geniş açıklanmasına da tefsir denir. Türkiye’de çok sayıda meal, yine çok sayıda tefsir vardır.

Yukarda İslam’ın ilk döneminde çıkan fırkalardan bahsettim. Bunlardan aklı önceleyip nakli öteleyenlerden tutun da insan iradesine hiç yer vermeyen gruba kadar bir yığın ekol ortaya çıktı. Çıktığı dönemde ortalığı kasıp kavuran, birbirini tekfir eden ve hatta kavga eden o grupların bir çoğu ademe mahkum oldu.

Maalesef son bir iki asırdır İslam’ın olmazsa olmaz, “ibadetlerini” ve “gönül eğitimini” ötekileştiren, hadis ve sünneti itibarsızlaştıran, bana Kuran yeter diyen ve bunu tamamen akıl çerçevesinde yorumlayan, yorumlarını da bayraklaştıran, bir akım zuhur etti.

Bu akımın temsilcileri, son zamanlarda sosyal medyayı da çok iyi kullanarak, bir taraftan geçmişteki ve günümüzdeki muteber âlimleri ve onların eserlerini hedef alıyor, diğer taraftan işlerine gelen, savunduğu tezlerini destekleyen zayıf rivayetlere bile atıfta bulunmaktadırlar.

Bu zevat, saldırgan söylemleriyle insanları manipüle ederken, diğer taraftan da -kim bilir- kitaplarının satılmasını sağlamaktalar!

Ayrıca bu insanların birçoğu, kendi dindaşlarını ve değerlerini acımasızca eleştirirken, seküler kesime yaranmayı, batıya öykünmeyi de ihmal etmezler! Meal konusu gündeme geldiğinde en çok bunlar bağırıp çağırıyor.

Kuran’dan herkes aynı şeyleri anlamayabilir. Bu da gayet normal. Kuran üzerine çalışma yapanlar; bu konuda kendisini yeterli görüyor ve Kuran’ın özüne de halel getirmiyorsa, muhtevasını bozmuyorsa gayet tabi meal de yazabilir diğer çalışmaları da yapabilir.

Hablü’l-Metîn olarak tanımlanan kulluk kitabımız, nazil olduğu tarihten günümüze, günümüzden geleceğe, Allah’ın korumasındadır. Ferdi veya grupsal olarak, gerek tahribine ve gerekse tahrifine yönelik çok çalışmalar yapıldı. Ne var ki, hiç kimse zarar veremedi, Allah’ın izniyle veremeyecektir de. Endişeye mahal yok.

Varsın, düşünen, düşüncesi doğrultusunda konuşsun ve yazsın. İlmi olduğu kadar kocakarı imanına sahip insanımız, neyi kabul edip neyi reddedeceğini, kimi takip edip kimden kaçacağını iyi bilir.

Düşünce ve fikir özgürlüğü konusunda tarihteki şu misal, görüşümüzü teyit niteliğinde güzel bir örnektir: Mutezile anlayışına mensup kişilerle münakaşa edenlerden bazıları, aciz kaldıkları noktada yardımına başvurdukları Selçuklu Sultanı Sencer’in; “Sizin deliliniz yok mu, çıkın karşılarına onları ikna edin, susturun. Tarihe, fikirleri engelleyen Sultan olarak geçmek istemem” dediği gibi günümüzde de insanlarla usulüne uygun, geçerli delillerle tartışılması gerekir. Tartışırken de umumun gözü önünde değil, ehlinin anlayacağı, uygun mekânlarda yapılmalıdır.

İnsanlar farklı düşünseler de birbirine saygı duymayı bilmeliler. Tıpkı Necip Fazıl Kısakürek ve Nazım Hikmet arasında geçen şu örnekte olduğu gibi. Necip Fazıl Kısakürek, Bursa ceza evinde yatan Nazım Hikmet’i ziyarete gider. Fikri yönden taban tabana ve hatta geceyle gündüz kadar zıt bu iki şair ve düşünür, karşı karşıya geldiklerinde Nazım Hikmet, Necip Fazıl’a ‘hoş geldin ey Meleklerin hocası’ der. Necip Fazıl da, ‘hoş bulduk ey Asiye’nin kocası’ diye karşılık verir. Nazım Hikmet meleklerin hocası derken Necip Fazıla Şeytan, Necip Fazıl’da Asiye’nin kocası derken Nazım Hikmet’e Firavun demek istiyor.

Biri komünist diğeri İslamcı Türkiye’nin iki büyük şairi, derin fikri ayrılıklarına rağmen birbirinin değerini bilmesi ve ziyaretinde bulunması...

Her şeye rağmen, bozucu, yıkıcı ve yok edici olmadığı müddetçe fikri ayrılıkları, hoş görmek ve affetmek, insanın şerefini artırır. Mümkün olsa da yok saymadan, yasaklamadan diyalog yoluyla meselelerimizi halledebilsek!

Ahmet Belada

--------0------

1- Yunus 100

2- Bakara/260

3- Araf/143

4- İslam’da İhya ve Reform –Bir İslam Fundamentalizmi İncelemesi, Fazlur Rahman, Ankara Okulu, II. Baskı Ankara 2022, S.224-25

5- Selçuklular Tarihi ve Türk-İslam Medeniyeti, Prof. Dr. Osman Turan, Dergâh Yayınları, III. Baskı, İst. Aralık 1980, S.326-331