Tanımak/Tanınmak

 ‘İdare edilenler, idare edenlerin dini üzerinedir’ Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) böyle buyuruyor.
Değil mi ki, toplumda idare eden ve edilen iki kesim vardır. Bunlardan:  
*İdareci adil, müşfik ve hoşgörülüyse; toplum iyi;
*İdareci serkeş, zalim ve kasvetliyse; tolumda savruk, neme lazımcı ve vurdumduymaz yani kötü olur.
*İdareci haris, menfaatçi olursa; toplum egoist,
*İdareci, dindar olursa; toplumda hakkaniyete riayet eden munis kimselerden oluşur.
Yukarıdaki yüce söze istinaden de şu iki Halife’nin yönetimi örnek gösterilir.
1)     Abdülmelik bin Mervan, zamanında halk; kaç atın, kaç katın, ne kadar altının, evin ve cariyen var? Diye birbirimize sorarken, 2) Ömer bin Abdülaziz, döneminde; nafile ibadetlere dikkat ediyor musun, sadaka veriyor, fakir fukarayı gözetiyor musun diye sorardık. Görüldüğü gibi, “Nasılsanız öyle idare edilirsiniz.”
Halk arasında “İnsanın alacası içindedir.” diye bir söz vardır. İnsan, idareci olsun idare edilen olsun tam olarak bilinmesi, tanınması mümkün değildir. Herhangi birini çok iyi tanıdığımızı ifade etsek de gene tanıyamadığımız yönü mutlaka vardır. Şu tarz bir sözü çoğumuz duymuş veya söylemişizdir:
‘Arkadaş! Bunca yıl beraber olduk ama hala bu adamı yeterince tanıyamamışım!’
Meçhul olduğu bilinen bir varlığı tanımak elbette kolay değildir.
Belediye Başkanlarımızdan Yalçın Demir’in bir gün; “Biz insanları ya sohbette ya sofrada tanıyoruz” demişti.
Oysa insanı tanımak için; “… Onunla beraber yemek, yolculuk veya alışveriş yapmak gerekir” Öyleyken bile çoğu kez yanılabiliyoruz.
Bizler hissi bir toplumuz. Bizim siyah-beyaz, iyi-kötü iki kavramımız vardır. Gri tonumuz hemen hiç yoktur. Oysa insanlar hakkında, ‘şöyledir-böyledir’ diye hüküm vermeden önce biraz düşünebilsek. Ama maalesef bu konuda hiç temkin payı bırakmadan ya kabul ya da reddederiz.
Gene şunu hemen hepimiz çok iyi biliriz ki, birine bir imkân vermeden onun neyi yapıp yapamayacağını, nasıl bir insan olup olmadığını bilemeyiz. Öyleyse insanımıza imkân vermeliyiz.  İcraatlarına göre de karar vermeliyiz.
Gerçi bu konuda toplumun bütün katmanlarında müşahede ettiğimiz örnekler mevcuttur.   A- Bazısı bir makama geldiğinde oranın hakkını vermek için elinden gelen her türlü fedakârlığı yaparken, B- Bazıları da eline geçen bu imkânı fırsatı ganimet bilip, ‘Rabbena hep bana’ mantığından hareketle kasasını kesesini doldurmaya çalışır.
Bilindiği gibi her şeyin yolunda gittiğinde herhangi bir aksilik olmaz. Yenenin önde, yenmeyenin arkada olduğunda bir aksilik olmaz. Asıl insanın karakterini belirleyecek olan, risk anında veya ciddi kararların alınacağında ortaya çıkar.
Bu duruma ışık tutan şu hadise ne kadar önemlidir. Günün birinde, Hz. İsa Havarileriyle (Yardımcıları) bir gezinti esnasında oynaşmakta olan köpekleri görürler, içlerinden biri; “Ne güzel oynuyorlar” dediğinde, Hz. İsa: “Sen onların önüne bir kemik parçası atta gör!” der.
Peygamberimizin (s.a.v) “Ümmetim yanlışta birleşmez.” dediği gibi yanlışta birlik olmaz. Eğer böyle bir birlik varsa o birlik menfaat birliğidir.
Cemiyette meydana gelen olumsuzlukları, ‘Aman aramız bozulmasın, menfaatimize halel gelmesin…’ mantığından hareketle ses çıkarmıyorsak burada bir yanlışlık var demektir. Dolayısıyla orada sağlıklı birliktelikten bahsedemeyiz.
Güzel öğütçülerin sesine kulak vermeliyiz. ‘Al takke ver külah! Misali birbirimizi pohpohlayarak birbirimizi idare etmeye çalışmamalıyız. Hak ve hakikat neyse birbirimize onu söylemeliyiz. İnsanların ne düşünüp ne yaptığına, ne konuştuğuna kulak vermeliyiz. Sahip olduğumuz her şeyin bir gün yok olacağını bilmeliyiz.
Peygamberimizin; “…bu dünyada amel var hesap yok, öbür dünyada ise, hesap var amel yok.” Dediği gibi, hesabı düşünmeliyiz.
Sevmek ve sevilmek varken, dört günlük dünyada düşmanlığın ne gereği var. Hasım ve düşmanlık, ancak sahibine zarar verir.
O halde “kalbi selime” sahip olmaya çalışalım.