“BAHÇE SAHİBİ”, “VERDİ VE İHSAN ETTİ”, “KRAL BİZE VERDİ”, “TANRININ KURDUĞU ŞEHİR”
B A Ğ D A T
Bazen insandan mekân, bazen de mekândan insan şereflenir.
Müslümanlar için nasıl ki Mekke, Medine ve Kudüslü olmak veya orada bulunmak bir şerefse; bir başkası için de Moskova, Pekin, Washington, Tokyo, Berlin, Ottowa vs. olmak şereftir.
Şehirler tarih boyanca hep önem arz etmiştir. İnsanlık tarihi kadar eski şehirlerden biri belki de birincisi Mekke’dir. Birçok peygamber ve insana ev sahipliği yaptığı gibi aynı zamanda medeniyet merkezi olmuştur.Allah’ın sevgilisi son peygamberle şereflenen Medine ise Efendimizden hareketle nezaket, nezafet ve estetiğin şahikasıdır.
Şehirden bahsedip de Kudüs’ten bahsetmemek olur mu?Mütefekkir ve şair Sezai Karakoç’un dediği gibi“Kudüs, gökyüzünde kurulmuş, yeryüzüne konulmuş şehirdir”Son üç ilahi didinin peygamberi burada yaşamış veya bulunmuştur. Her üç ilahi din için burası çok kıymetlidir. Bu yüzden burayı elinde bulundurmak için tarih boyunca bu din mensupları hep savaş yapmıştır. Çok el değiştiren, değiştirirken de tekrar tekrar yakılıp yıkılan ve yapılan şehir, kıymet ve asaletini hiç kaybetmemiştir. Elinde bulunduran onunla övünmüş, onunla şereflenmiştir.
BAŞŞEHİR İslam devletinin ilk başşehri Hz. Muhammed’in evinden-barkından ve şehrinden ayrılarak yerleştiği, ölünceye kadar da orada yaşayıp, öldükten sonra da defnedildiği Medine’dir.Hz. Ali’nın son zamanlarda Kûfe’yi değerlendirmesini saymazsak Hulafa-i Raşidîn’deMedine’yi başşehir olarak kullanmıştır.
Emevileriseuzun müddet eyalet valisi gibi görev yapan Muaviye’nin çok katkısının olduğu Şam’ı,Abbasiler ise Bağdat’tı başşehir yaptı. Medine ve Şam başşehir olmadan da bilinen ve tanınan şehirken Bağdat çok da bilinmeyen küçük bir kasabaydı.
NİÇİN BAĞDAT? Yirmi bir yıl gibi uzun bir süre halifelik yapacak olan Mansur göreve geldikten sonra ne Şam ne de ağabeyi Ebü’l-Abbas (Saffah)’ın başşehir olarak kullandığı Kûfe’yimerkez olarak düşünmedi. O başşehir olarak, Emevilerin merkezi Şam’a (Suriye) karşı kendini emniyete almak, Hz. Ali’nin adamlarıyla dolu Kûfe’den uzakta bulunmak, İran’a da yakın olmak maksadıyla Bağdat’ın bulunduğu yeri seçti.
Bağdat kurulmadan önce İran’a bağlı küçük bir beldeydi.Küçüklüğüne rağmen Bağdat, Çin ve İran tüccarlarının buluşarak, ticari pazarlar kurdukları bir merkezdi. Müslümanlar bu kasabayı23/644’de aldı.
Şehir yeri seçiminde İbni Haldunkriterleri;(…)
A- Ya dağlarla çevrilmiş bir tepenin üzerinde olması veya
B- Nehir veya deniz tarafındançevrilmiş olması gerekir ki, bu engeller geçilmeden şehre ulaşmak mümkün olmasın.
Ayrıca;
C- Hastalıklardan korunabilmek için havadar,
D- İnsanların geçimlerini sağlayabilmeleri için de tarım arazisine yakın olması gereklidir” der.
Mansur’da Bağdat’ta yaşayanlar dâhil birçok kimseyle istişare ettikten sonra şehrin buraya kurulmasını istedi.Çünkü Bağdat’ın yeri Dicle ile Fırat’ın birbirine en yakın olduğu,su ve karayollarının kesişim noktasının bulunduğu, tarıma çok elverişli olduğu için burayı seçti. Tüm bunların yansıra İran’ayakınlığı da dikkate alındı.
Bağdat’ın temeli 145/762 yılında atıldı.Şehir mimar, mühendis ve işçilerden oluşan yüz bin kişinin çalışmasıyla dört yılda tamamlandı. Bir merkez etrafında daire biçiminde genişleyen bir plan doğrultusunda yapıldı. Tam ortasında Babü’l-ZehabveKubbetü’l-Hadra denilen halife sarayı ve cami vardı.
Mansur şehre isim olarak önce Medinetü’s-Selam veya Daru’s-Selam adını verdi. Halk bir süre kurucusunun adına izafeten Medinetü’l-Mansur dedi.
BAĞDAT’IN YAKILIP-YIKILMASI VE ABBASÎLERİN SONU Bağdat’ın düşmesine geçmeden önce, düştükten sonra Hülagü ile bir bilgin arasında geçtiği rivayet edilen konuşmaya dikkat çekmek isterim.Şehrin altını üstüne getirdikten sonra Hülagü, bilgin biriyle görüşmek istediğini söyler. Sağ kalan bilginler araya gelerek, kimin gideceği konusunda endişeyle birbirinin gözüne bakarlar. -daha önceleri mangalda kül bırakmayan, en iyi bileniniz benim diyen ulema “sen git” diye birbirine iltifatta bulunur- Nihayetinde genç, köse ve küçük boylu biri, ben gideyim diyerek diğerlerini rahatlatır.
Yanına bir deve, bir keçi bir de horuz alarak Hülagü’nün çadırına varır. Hayvanları görülecek şekilde dışarı bırakarak içeri girer. Hülagüküçümseyici bir tarzda baktıktan sonra ‘hiç kimseyi değil de seni mi gönderdiler’ der. Genç bilgin; “Cüsseli birini istiyorsan işte deve, sakallı yaşlı birini istiyorsan işte keçi, çok konuşan birini istiyorsan işte horoz” der.
Hülagü: “Bağdat’ın geldiği bu hale ne dersin?”
Bilgin: “Diyecek bir şey yok. Sizi buraya biz davet ettik!”
Hülagü: “O nasıl oluyor?”
Bilgin: “Bizler İslamî yaşantıdan uzaklaştık. Mezhep kavgasına tutuştuk. Gücümüz zayıfladı siz de gelerek şehri ve bizleri bu hale getirdiniz” der.
Hülâgü: “Şimdi ne olacak?”
Bilgin: “Biz tekrar bahsettiğim durumları düzeltirsek sizi buradan çıkartırız” der.
Bu konuşmadan sonra Hülagü bu kişiye ne yaptı bilmiyorum ama Bağdat’ı tarihte eşine ender rastlanır şekilde yaktı ve yıktı. İran’dan ve fethedilen diğer şehirlerden getirilen nadide eşya ve hediyeler, İslam’ın ilk yıllarından itibaren yazılan ve toplanan çok değerli kitaplar, birbirinden değerli binalar geri gelmeyecek şekilde tahrip edildi.
Kendine ve yakınlarına bir şey yapmayacaklarına dair söz vermesine rağmen Hülagü, yaşlı, kadın, çocuk ve gençdiye ayırım yapmadan hemen herkesi katletti. Yakınlarını öldürüp, halifeyi de idam etti. 524 yıllık Abbasi halifeliği de böylece sona ermiş oldu.
Halifenin mal varlığı: halifenin yedi deve yükü altın, gümüş, kadeh ve sürahiden oluşan eşyalarıHülagü’nün önüne götürüldüğünde ondan daha ziyade orada bulunan diğerleri şaşırdı. Suç ve günahta şahsilik prensibi esastır. Fakat bugün onların torunlarının servet ve ihtişamlarına bakınca çok şaşırmamak gerekir!
BU DURUMA NASIL GELİNDİ? Son halife Musta’sım zayıf karakterli ve yumuşak huyluydu. Onun zamanında Bağdat her zamankinden daha karışıktı. İstikrar bir türlü sağlanamıyordu. Şiiler bir taraftan, Hanbeliler ve Hanefiler diğer taraftan kıyasıya mücadele ediyorlardı. Mezhep kavgası almış başını gidiyor, bir türlü istikrar sağlanamıyordu. Hiçbir şey yapmaya, güç ve kudreti olmayan, sembolik olarak halifelik unvanını taşıyan şahısise çaresiz yaşananları seyrediyordu.
İşler öyle bir noktaya geldi ki halife pes etmek üzereydi. Çareyi-zayıf bir rivayet de olsa- oğlu veya veziriniTebriz’e gitmekte olan Hülagü’ya göndererek yardım talebinde buldu. Bir yerde belayı üstüne davet etti.
Bir başka yoruma göre ise Hülagü’nun şehri teslim etmesini istemesi üzerine halife,gönderdiği mektupta ona hakaret edip aşağılamıştı. Buna çok kızan Cengiz Han’ın torunu Bağdat’ı dört bir taraftan kuşattı ve ateşe verdi.
Halife anlaşmak üzere elçi gönderdi ama nafile. Artık ok yaydan fırladı, iş işten geçti. Giden elçileri dahi öldürdü.Yukarıda da bahsettiğim gibi yakınlarıyla birlikte Hülagü’nün tutuğu olan halife, çok özel ve güzel yapılan şehrin tahribini, eşi benzeri olmayan eşyaların kırılmasını, en nadide kitapların ve İslam eserlerinin yok edilmesiniacı içinde seyrediyordu.
Bu sahnenin bir değişiğibelki daha dramatiği;yaklaşık yedi yüz seksen yıl Endülüs, iki yüz elli yıl filen, beş yüz yıl da İslam’ın etkisi altında bulunan Sicilya’da yaşandı.
Ve Allah’a O’nun Elçisine duyarlık ve bağlılık gösterin;
ve sakın birbirinizle çekişmeye girmeyin, yoksa yılgınlığa düşersiniz;
cesaretiniz sönüverir.
Ve zor durumlarda sabır gösterin:
Çünkü Allah, gerçekten zorluğa göğüs gerenlerle beraberdir.8/46
Ne zaman ki, birlik-beraberlik bozulup, İslami değerlerden uzaklaşılıp, sen-ben kavgasına girilmişse akıbet hep aynı olmuştur.Ahmet BELADA
--------------0--------------
1- Emeviler-Abbasiler; Doç. Dr. Bahriye Üçok; Ankara İlahiyat Yayınları; Ankara 1968; Sayfa; 82-83
2- İslam Tarihi; Prof. Dr. H. İbrahim Hasan; Kayhan Yayınları; İstanbul 1985; cilt 3;Sayfa; 192-202