BİR ÜLKÜCÜNÜN GÖZÜNDEN 12 EYLÜL ÖNCESİ.

Zor günlerdi. Bu günlere solcular 68 kuşağı dediler. Ülkücüler ise 78 kuşağı demişlerdi. Ben o iki günü de görmüştüm. Bazıları bu kuşakları efsane olarak anarlar. Rahmetli Türkeş’i 1968 Yılında tanımıştım. Yaşım 9’du.  Demek ki siyaseti de o yıllarda tanımıştım. Türkiye hakkında bilgilere en üst düzeyde eriştiğim günlerdi.

En önce öğrendiğim kendime çeki düzen verip, büyüklerin yanında sessiz ve saygılı bir şekilde durup, taze hazıfamı bilgilerle doldura bilmekti. Zira konular çok heyecanlıydı. O zamanlar MHP yoktu. Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi vardı. Ülkü Ocakları da yoktu.

Parti müfettişi sayın Sabahattin Çankaya kanaatime göre emekli bir askerdi. Türkeş’in de içinde bulunduğu bir toplulukta Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’a girişini anlatıyordu. Ağlayanlar, Tekbir getirenler… Bende göz yaşları içinde dinliyordum. Sanırsınız karşımızda Rahmetli büyük insan Atsız hocamız vardı. Bir ara gözlerim Türkeş’e takılmıştı. Yüz hatları sabit sadece dinliyordu.

Konuşma bitince; “ Sabahattin edebiyatını her zaman takdir etmişimdir. Lâkin Fatih İstanbula girmesi için bir vezirini veya bir paşasını da görevlendire bilrdi. Benim senden beklediğim, Fatih’in İstanbul’u feth ederken gösterdiği çabaları anlatmandı. Zira biz daha çalışma günlerindeyiz.”

Yine Türkeş’e bir kavgadan bahsetmişlerdi. Rahmetli liderimi tek orada sinirlenmiş olarak gördüm.  “Bir tek çocuğumun, bir tek saçının telinden geçici değilim. Sanki davamızı bir kesim için mi? Veriyoruz. AzizTürk Milletinin her ferdi bizim için kıymetlidir. Davamızı biz Türk Milleti adına veriyoruz.”

Sonraki olan olaylara bakınca ne tezatlar görüyoruz değil mi? Demek ki işin çivisi çıkmış. Türkiye ve Türkiye gibi ülkelerle uğraşan karanlık güçler devamlı faaliyet içindeler. İhtilal olana kadar solcu arkadaşlarımdan hiç vaz geçmedim. Siyaset işte böyleydi. Küçükken çok yakın arkadaşlarımız sonradan kamplara bölündü. Bizim şanslı yapımız şehrimizin küçük olmasıydı. Herkes birbirini tanıyordu. Bu yüzden büyük boyutlu olaylarda çıkmıyordu.

Halkı bölmeye çalışanlar ya gaflet içinde yada hiyanetin bir parçasıydı. Böyle davrananlar için söylüyorum. Sizi adam sanıp, size inanıyorlar. Zararı millet çekiyor. Demirgratla Hâk Parti döneminden beridir bu işler tezgahlanıyormuş. Bizim çocukluğumuz ve gençliğimiz böyle acı günlerle geçti. Büyük şehirlerimizde tanış olayları pek olmadığı için çok daha fazla acılar yaşadılar.

Dahası siyasetin camiler ve okullar gibi yapılara girmesi olayları felaket boyutuna taşımıştı. Oysa her kesim evinin önünü temiz tutarsa memleket temiz olurdu. Çocuğun, gencin olaylarda ne işi var? Caminin, dinin olaylarda ne işi var. Sadece evine ekmek götürmek için çalışan işcinin olaylarda ne işi var. 3-5 oy için değermiydi. Particiliğin ve her şeyin bittiği günleri yaşadık. Sadık olduğum tek unsur Aziz Türk Milletidir.

Karanlık, batılı güçler hükümetlerimizin uğraşacağı pek çok meseleyi başımıza sitillemişti. Bir yandan olaylar oluyor insanlar ölüyor, bir yandan da ekonomi insanları perişan ediyordu. Aynı Kurtuluş Savaşında olduğu gibi karşımıza yunanı piyon olarak çıkartıp, coğrafyanın doğusunda petrol ve imaj kazanmaya bakıyorlardı. Yunan Kominist partisi bu gerçeği görüp, Atina’da gösteriler yapmıştı. Yunan devletinin tasmasını tutanlar sayesinde 20 küsür kişi idam edilmişti, Karanlık batının ihtirası hiç sönmüyordu. Rusya’da batıdan kalır tarafı yoktu. Macaristan’da, Bosna Hersekte ve bazı avrupa ülkelerinde mücadeleler verildi. “Drina Köprüsü, Artık yoldaş değiliz” gibi yaşanmış olayları okumanızı tavsi ederim. Bizim kuşaklara bu bilgiler çok erken verilmişti. Zahir okuyarakda öğreniyorduk, radyodan da öreniyorduk. Kendimizi kurtarmadan vatan kurtarmaya kalktık. Solcu kardeşlerimde bizimle aynıydı. Canımız çok yanmıştı.

Böyle ortamlarda çocuklar nasıl yetişir. O okullarda nasıl okunur. Bizler derslere daha çok çalışmakta yaşamın akışkanlığını görmüştük. Örneğin Mehmet Akif’in Safahat kitabını orta Okul 2’ye giderken okmuştum. Kitabın arasına koyduğum defter yaprağına bilemediğim kelimeleri yazdığm gibi, hoşuma giden cümleleri de yazıyordum.

Kitapları okurken, Sabahattin Çankaya konuşuyormuş gibi geldiğini gördüğüm anda kitaplardan zevk almaya başlamıştım. Edebiyat kitaplarında yazıları olan; Halide Edip’in, Namık Kemal’ın, Sait Faik’in kitaplarını alıp okumam bana çok şeyler de öğretmeye başlamıştı. Ne yazık ki Edebiyatım zayfıtı, saz çalıyordum, Müziğim de zayıftı. Benimse umurumda bile değildi.

İlk Okulu bitirince Orta Okula yazılmak için yalnız gitmiştim,. Görevli velinin imzasını sorunca, rahatsız dışarda oturuyor. İmzalatayım getireyim demiştim.

Yaşlılarımızdan savaş hikayeleri, göç hikayeleri ve dâhi nice yaşanmışlıkları dinlerdim. Sokağımız kalenin eteklerinde olduğu için dik bir bayırdı. Bu yüzden top oynama gibi etkinliklerimiz oldukça kısıtlıydı. Lâkin çok güzel uçurtmalar yapıyorduk, tornet yapıp bayır aşağı adeta uçuyorduk.

Kurşunlu Camiinin yanındaki kütüphaneye ta 60’lı yıllardan beri takılmaya başlamıştık. Çalışanlar bize çok iyi davranıyordu. Önce resimli kitaplara bakardık. Kendi merakım da olan kara kalemin gücünü orada gördüm. Sonra Ansiklopedilere bakmaya başlamıştık. Diksiyonumuz, kelime dağarcığımız her geçen gün zenginleşiyor, adeta bilgi yükleniyorduk.

Aradan yıllar geçti o 4-5 kişilik arkadaş grubu iki yazar çıkardı. Demek ki, doğru yoldaymışız.

Her halukarda hayat insana bazı avantajlar ve fırsatlar da sunuyor. Değerlendirmek gerektiğine iinanıyorum. Zira hayatta her öğrendiğim bilim ve beceri hayatın yolunda bana yardımcı olmuştur. Babamın gazeteci olması benim için çok faydalı olmştu. Hatta hayatıma yön de vermişti. Ozanlarla, şairlerle tanışıyordum. Tarihçiler, fen fikir insanlar, cami hocaları, siyasetçiler ve toplumun her kesiminin ayrı bir güzellikleri ve özellikleri olduğunu görüyordum. Leyla ile mecnun’un yaşayamadığı çok büyük bir aşkı, dostumuz olan bir hamalın yaşadığını hayretler içinde görmüş ve şahit olmuştum. Bazılarına sorularda soruyordum. Anlatılanları edepli ve merakla dinlemem onlarında hoşuna gidiyordu. Fıkıhın İslam hukuku olduğunu örendiğimde sanırım İlkokul 2 yada 3’e gidiyordum.

Matbacı Sayın Zeki Seviğ vardı. Yüzünde mor olması gereken noktaları yeşildi. Bunu kendisinden sordum. Babam kızdı ama kurşun zehirlenmesini (Ağır metal) tefferuatıyla orada öğrenmiştim. Matbaacılar o zamanlar kurşunu eritir ve harf dökerlerdi. Koruma yoktu, yoğurt yemeleri şart ama işler çok sıkışıktı. Eğitimin ve bilginin halka inmesi lazım olduğuna ta çocukluktan beridir inanırım.

İlk okulun sonlarına doğru babam arzuhalcilik yapardı. Daktilo ve dilekçelerle orada tanıştım. Zira dilekçeyi kısa ve özlü yazmam gerekiyordu. Bunu öğrendim ve hayatta devamlı uyguladım.

Postane yolumun ağzındaydı. Arada takılırdım. Bir çok insanımız havale gibi bazı kağıtları dolduramazdı. Onlara yardım ederdim. İstemesem de harçlık verirlerdi. Bu benim hoşuma giderdi. Zira harçlııksız kalmazdım. Keza yılın birinde halıcı yanında çalıştım. Halının cinsi, kıymeti, desenleri, yöresi ve boyaları gibi konularda bilgi sahibi olmuştum.

Tüm bu yaşanmışlıklardaki temel felsefe, okulun ta kendisi olan hayattı. Ülkem çeşitli kötülüklerle amansız mücadele verirken ben bunlarla avunuyordum. Aynı zamanda hayatın da okunması gerektiğine inananlardanım. Hayatın acımasız bir satranç olduğunu da biliyordum. Yaşım 65, bu günkü fikrim bana öğrencilerimize ilk baştan öğremeyi öğretmek olduğunu söylüyor. Aynı zamanda insan ne iş yaparsa yapsın, yaptığı işi bir okul olarak görmesi, kendisini geliştirmesi için elzemdir diye düşünüyorum.

Merak ettiğim eğitim sistemleri vardı. Bulduklarımdan; Japon Eğitim sistemi ve İngiliz eğitim sisteminin yanında, Aristolarında olduğu Felsefe okulları, Vezir Nizam-ül Mülkün kurduğu Nizamiye medreseleri, Cennet mekan atam, Atatürk’ün kurdurduğu Köy enstitüleri, uluslarına çok faydalar sağlamıştı. Zira bilim halka inmiş ve bilim değerli kılınmıştı. Yıllar sonra Cumhur Başkanı Özal’ın Grigory Petrov’un “Beyaz zambaklar ülkesi” kitabını okunması gerektiğini tavsiye ettiğnde, kitabı ikinci kez okmuştum. Ayrıca Stefan Zweig’in yıldızın parladığı anlar kitabı tarihi bir hayat dersiydi.

Bir kez daha sorayım, nedir bu 68-78 Kuşağı… Benimkine benzer hayatlar yaşanıyordu. Çok kitap okunuyordu. Kötü olan bir şeye tenezül eden kitleler yok denecek kadar azdı. Köylülerimiz çocuklarını okuttular ama köyde nereden iş bulacaklardı. Büyük kütleler ta 50’li yıllarda Alamana gitmişlerdi. Köyler göçe durmuştu. Köyler boşalıyor, şehirler plansız bir şekilde büyüyordu. Tarlalarve bağlar harap olurken, gençlerimiz devlet dairlerini dolduruyordu. Tüm bunlar olurken bizim siyasetçiler birbiriyle uğraşıyorlardı. Şimdi düşünüyorumda hele ki Suriyeliler henüz daha yoktu. Ona da şükür.

Efendim, sağcısı olsun ülkücüsü olsun, solcusu olsun herkes çemberden geçiyordu. Solcu arkadaşlarımın bir çoğu şehrimizde barınamadı. Almanya, Fransa dağılıp gittiler. Bazıları da başka şehirlerde ekmeğini aradılar.

Evlat sahibi olmayınca evlat kıymeti bilinmiyormuş. Biz bu yüzden kendi kıymetimizi bilemedik. Kendimizi kurtarmadan vatanı kurtarmaya kalktık. Bence hatanın bir kısmı da buradaydı. Etliye sütlüye dokunmayanlar okudu. Okumakta çok zordu. Siyasetçilerimiz vatandaşları kamplara böldüğü için (o günlerin gazetelerini okuyun) bu aziz milletin çocukları yaprak dökümündeki yapraklar  gibi rüzgarların önünde uçuşup durdu. Çok canımız yanmıştı. Yanmayanlarda heder olup gitti.

Ben ailemden habersiz bir suçlu gibi üniversiteye müracaat ettim. Suçüstü yakalandım. Hiç unutamam sınav günü evde oturmanın acısı çok enteresandır. Ekmeğimi kazandıktan sonra hiç kimseye danışmadan özgür irademle aynı sınava girdim. İnanın sorular benim için çok basitti. Erken evlendirilmiştim. Arka çıkanım olmadı. Bana; “İşin var zaten, macera arıyorsun. Gücüne güveniyorsan git oku!” denmişti. Eşim çalışmıyor ve bir yaşında oğlum vardı. Cesaret olmadan güçün hiçbir işe yaramadığını da orada görmüştüm. Sadece hayallerimin hanesin bir çentik atmak elimden geldi.

Sonra usuhtuk (Sakinleşme, yaramazlıklardan vaz geçmek) Hayat adamı sakinleştiriyor. İşte size bizim kuşaklar. Aradan yıllar geçti saçlar ağardı. Herkes çizdiği yolda yürüdü. Melmeketimin bazı çocukları o zor günlerde kaldı. Lâkin bizim gibi ihtiyarlamadılar. O zamanlada ağabey dediğimiz kişilerin küçücük 17-18 yaşında çocuklar olduklarını resimlerde görüyorum. İnsanın içi yanıyor.

Vatan sağolsun. Diyorsun.