MÛSÂ B. EBİ’L-GÂZÂN

ENDÜLÜS İslam devleti; sekiz asır boyunca yedi dilin harmanlandığı, üç farklı dine mensup insanların herhangi bir baskıya maruz kalmadan dostça yaşadığı, insanlık tarihinin en güzel örnekliğinin sergilendiği bir ülkeydi.

Birçok alanda sergilenen sayısız güzelliğe rağmen oldukça zor dönemler de yaşandı. Karşılaşılan pek çok badireye rağmen ilimden sanata, sanattan mimariye ve görgü kurallarına kadar birçok alanda Endülüs’te ortaya konulan medeniyet seviyesi, dünyaya örneklik teşkil etti.

Endülüs, özellikle kütüphaneleri yönüyle günümüzde dahi konuşulmaktadır. Nitekim Batılı bir yazar; “Endülüs’ten bize 30 kitap kaldı, onula aya çıktık. Eğer kitapların tamamı günümüze ulaşsaydı neler yapardık bilemiyorum.” der.*

Bahsi geçen birbirinden değerli güzelliklerin yaşandığı Endülüs, Hıristiyanların eline geçmesiyle birlikte yakım, yıkım ve işkence yönüyle insanlık tarihinin ender rastladığı olaylar yaşadı.

1250’liden sonra papalığın (Haçlıların) örgütlemesiyle rüyalar ülkesi Endülüs, inkıraza uğramaya başladı… Bu tarihten sonra Kurtuba, İşbiliye (Sevilla) ve diğer İslam beldeleri bir bir Hristiyanların eline geçmeye başladı.

Kaçınılmaz sonu doğru 

Yaratılmış hiçbir varlık ebet müddet kalamaz. Hepsinin bir zevali vardır. Bütün güzelliğine ve zenginliğine rağmen Endülüs Emevi Devleti, 1492’de resmen ve hükmen son buldu.

Hıristiyanlar tarafından alınan şehirlerde yaşayan sivil Müslümanların da gelmesiyle Endülüs’ün son kalesi Gırnata’nın nüfusu bir hayli arttı.  

Kastilya kraliçesi İzabel ile Aragon kralı Ferdinand evlenerek güçlerini birleştirdi. Buna mukabil Müslümanların taht kavgası ve sefahati ise aldı başını gitti.

Son halife Ebû Abdullah es-Sagîr ve diğer yöneticiler, zaafa düştü. “Bir aylık mesafeden düşmanına korku salan” Müslümanları korku sardı. Ülkesini savunma cesareti göstermeyen halife, gizli bir görüşmeyle Gırnatayı/ülkeyi İzabel-Ferdinand’a teslim etti! Sattı! 

Kral Ferdinand Malaga’dan bir yıl sonra Beyza şehrine, daha sonra da Gırnata’ ya doğru harekete geçti. Yukarıda ifadeye çalıştığım gibi Gırnata son kaleydi. Düşman eline geçen diğer şehirlerden gelen Müslümanların da sığınak yeriydi. 

Kral ve kraliçe de daha fazla zayiat vermek istemiyordu. Bu düşüncelerini halifeye ilettiler. Halifenin de arzusu buydu. Gereksiz kan dökülmesini istemeyen halife, yaklaşık üç milyon Müslümanın yaşadığı şehri/ülkeyi çarpışmadan teslim etti.

Halife, yapılan teklifi -göstermelik de olsa- istişare etmek üzere divanı topladı. Sonucu önceden belirlenen konuyu müzakereye açtı.

Halife gerekli açıklamaları yaptıktan sonra sözü divana bıraktı. Divanda üzüntüsünü belirtip ağlayanların dışında farklı bir görüş belirten olmadı. Sadece Mûsâ b. Ebi’l-Gâzân hariç. O gayrimüslimlere güvenilmeyeceğini söyledi.

Anlaşma metni imzalandığı esnada ağlaşan devlet ricaline:

“Ağlamayı çocuklara ve kadınlara bırakınız. Biz erkeğiz, kalplerimiz gözyaşı değil, kan akıtmak için yaratıldı. Görüyorum ki Gırnata’nın kurtuluşuna dair kimsede umut kalmamış. Fakat onurlu nefisler için hâlâ bir kurtuluş yolu daha vardı ki o da şerefli bir ölümdür. Geliniz hürriyetlerimizi savunarak ölelim. Bu suretle bizi işgalcinin zincirleri saracağına, toprak anamız bağrına bassın. Cesetlerimizi koyacak kabir bulunamazsa, gök kubbe de yok olmadı ya! O örter…

“Kendinizi aldatmayın! Hristiyanların vaatlerine sadık kalacaklarını da beklemeyin. Ölüm daha az korkulacak bir iştir. Önümüzdeki günlerde evlerimizin yağmalanması, mescitlerimizin kirletilmesi, kadın ve kızlarımızın tecavüze uğraması, vahşet, zorbalık, kırbaçlar, zincirler, zindanlar, diri diri yakılacağınız ateş çukurları sizleri bekliyor. Ölümden korkan zayıf nefisler bunları görecektir. Ben ise Allah’a yemin ederim ki bunları görmeyeceğim.”

Bu içli, etkileyici ve candan konuşma divanda her ne kadar etkili olmuşsa da verilen kararın değişmesini sağlamadı.

O, Recîʿ hadisesi öncesinde başına yüz deve konan Âsım b. Sâbit’in* şehit olmadan önce yaptığı duayı okudu. Muallim Nâci bu hadiseyi bir şiirle dile getirdi.*

Mûsâ b. Ebi’l-Gâzân, düşmanın geleceği yola pusu kurdu. Karşı taraf birçok zayiat verdi. Düşmana karşı savaştı, şehit oldu. Âsım b. Sâbit’in cesedini nasıl sel kaybettiyse onun cesedi de ırmakta kayboldu.

Bir tarafta sattığı ülkesinden ayrılırken bir tepeden uzun uzun bakıp ağlayan Ebû Abdullah es-Sagîr’e annesinin: “Ağla! Ağla! Erkek gibi savaşamadın şimdi kadınlar gibi ağla…” dediği son halife; Diğer tarafta ise yiğitçe, onurluca, cihat eden şiirlere konu olan Mûsâ b. Ebi’l-Gâzân… 

Ahmet Belada

------0-----

*İspanyol tarihçi Kond; “Gırnata’nın istilası esnasında bir milyonu geçkin nefis kitabı Kur’an zannederek resmi törenle yakmıştır.” derken; Tarihçi Felşiye de; “Tuleytula Episkoposunun Gırnata’da yalınız kendi kuruyası eliyle beş binden fazla paha biçilmez Kuran-ı Kerim’i ateşe atmış olduğunu övgü babında yazmıştır. Bu Episkopos, bizzat seksen bin cilt el yazması ile yazılı Arapça kitabı yakmıştır.” demektedir. Bk. Endülüs Tarihi, Ziya Paşa, Selis Yay. s. 648-49.

*Endülüs’ten İspanya’ya, TDV Yay.

(...) Geçse Gırnata düşmanın yedine

Çan asar en şerefli mâbedine

Ne demektir vatan, nedir nâmûs

Anlayan kalmamış, hezâr efsûs

Bu kadar muktedir iken cumhur,

Neden olsun esarete mecbur?

Sonra orada bulunan herkesi yeniden savaşa davet eder:

Edelim hasmı müzmahil, geliniz

Tutmuyor mu kılıç, tüfek, eliniz?

Hasma olsun mu pâymâl benim

Gözlerimden sakındığım vatanım?

Diye sorar ve teklifini yapar:

Yine heybet-nümâ-yi cenk olayım,

Size ben pîşvâ-yi cenk olayım.

Kendimi dâhil-i hisâb etmem;

Çünkü ölmekten ictinâb etmem.

Böyle bir hârî-i milleti çekemem

Ölürüm ben bu zilleti çekemem

Hasma yekten atılmadır fikrim

Şühedâya katılmaktır fikrim

Şimdi gönlüm hayata düşendir,

Ben Zübeyr oğluyum, aman dilemem

Öyle alçakça şeyleri bilmem

Ölürüm şân ile zamanında

Yaşamam alçağın emanında (…)

*Âsım b. Sâbit, Medineli önde gelen bir sahâbîdir. Ok atmada çok mahirdi. Bedir Savaşı’nda müşriklerin önde gelen isimlerinden Ukbe b. Muayt’ı, Uhud muharebesinde de Mekke’nin en varlıklı kadınlarından Sulefâ’nın iki oğlunu öldürdü.

Sulefâ, Âsım’ı kim öldürür ve başını getirişe yüz deve vereceğini söyledi. Bunu bilen müşrikler Âsım’ı takibe başladı. Hz. Muhammed, yeni Müslüman olan Adel ve Kare kabilelerine dinlerini öğretmek için Âsım b. Sâbit’in başkanlığında bir heyet gönderdi. Bunu bilen müşriklerden bir grup, Recî denen mevkide önlerini kestiler. Yapılan çarpışmada on civarında Müslüman şehit oldu. Kahramanca çarpışan Âsım, öleceğini anlayınca Allah’a şöyle dua etti: “Yâ Rabbi! Ben ilk günlerde senin dinini korudum. Sen de bugün benim cesedimi koru.”

Şehit düşen Âsım’ın başını almaya giden müşrikler, arıların cesedin etrafını sardığını gördüler. Yanına varmadılar. Arıların gitmesi için akşam olmasını beklediler. Akşam da yağan şiddetli yağmur ve ardından gelen sel, cesedi götürdü veya yok etti. Bu yüzden, Âsım b. Sâbit, Hamiyyü’d-Debr (Arının koruduğu kişi) diye bilinir.

Mûsâ b. Ebi’l-Gâzân’da bu olayı hatırlayarak ölmeden önce Allah’a dua etti. Nitekim şehit olunca onun cesedi de bulunamadı.