ŞUBAT’IN YİRMİ SEKİZİ
Dünyaya gözümü açtığımda 27 Mayıs 1960 ihtilaline henüz beş ay vardı. Ülkenin başbakan ve iki bakanının nâhak yere asıldığını, vekillerinin ve taraftarlarının hapsedilip, yargılandığını yaşamış gibi okudum/dinledim… Anlayacağınız hayata darbeci ülkenin çocuğu olarak başladım.
Yaklaşık on yıl sonra kendilerini ülkenin gerçek sahibi gören vatansever askerlerimiz, bir kez daha harekete geçti. 12 Mart1971 Muhtırası. Köyde yaşayan biri olarak muhtıra kavramının ve hatta darbenin ne anlama geldiğini bilmesem de o kasvetli ve buhranlı günleri iyi hatırlıyorum…
Tarihler 12 Eylül 1980’i gösterdiğinde askerlerimiz bir kez daha postallarını giyip, alana indiler. O zaman yapanları ve yapılanları çok iyi hatırlıyorum. İstanbul’da talebeydim. Yaz aylarında çalıştığım için darbe sabahı Ortaköy Büyükdere caddesindeki evimden işe gidiyordum. Yolun boşluğu ve yanı başımdaki -o zamanın ismiyle boğaz, yeni ismiyle 15 Temmuz şehitler köprüsünden Hasan Mutlucan’ın tok sessiyle okuduğu türkü dikkatimi çekti, lakin bu durum işe gitmeme mani değildi.
Biraz ilerledikten sonra devreye gezen tam teçhizatlı iki asker, ‘hop hemşerim nereye gidiyorsun!’ dediler. Biraz tedirgin vaziyette, ‘işe gidiyorum’, ‘Hemşerim darbe oldu evine dön’ dediler. Nâçar döndüm. Evde yalınız kalıyordum. Radyo bile yok. Camdan dışarı bakıyor, Hasan Mutlucan’ı dinliyor konuşan biri var mı diye de kulak kesiyordum...
Günlerden Cuma idi abdestimi aldım, öteden beri gittiğim, gitmekle de zevk aldığım biblo gibi muhteşem mimarisiyle göz kamaştıran Mecidiye Camiine doğru hareket ettim. Neyle karşılaşacağımı bilmiyorum ama hiç olmazsa namazımı kılar bir şeyler de öğrenirim diyordum. Yol boyunca devreye gezen Anadolu’nun saf, masum ve yiğit evlatlarından oluşan askerlerimiz, gene nereye gittiğimi sordular ama camiye deyince müsaade ettiler.
Namaz vakti geldi. İsmini unuttuğum Kayserili imam arkadaş, ‘Ahmet’im Cuma namazını sen kıldır’ demez mi? Doğrusu şaşırdım. Sadece kılınacak olan namaz olsa kıymeti yok vazifeyi yaparım. İşin içinde bir de hutbe var. Durum malum. O zamanlar biraz da genç ve heyecanlıyız olur-olmaz bir şey derim de al başına bela… ‘Yok, hocam siz kıldırın, biz cemaat olalım’ dedim ve işin içinden sıyrıldım. Namazı kıldık fakat bir türlü eve gidesim gelmiyor. Az sayıda gelen cemaatten bir grup arkadaşla Camide ve sahilde epeyce dolaşıp sohbet ettik.
Sizin anlayacağınız 12 Eylül 1980 darbesinin önünden ve arkasından yapılan söylenen hemen her şeyi anlayacak ve idrak edecek durumdaydım…
28 Şubat 1997 Darbe yasası diye hala tartışılan anayasaya rağmenartık darbe olmaz deniyordu. Anlayışlar ne kadar değişti, vesayet odakları ne düşünüyordu bilmiyorduk. Ama her on yılda bir arz-ı endam eden askerler artık işi sivillere bırakır kanaati yaygınlaşamaya başladı. Maalesef bu anlayış 15-16 yıl ancak devam edebildi.
Bu arada Türkiye’de bazı değişlikler oldu. 1969’da ortaya çıkan bir parti MNP (Milli Nizam Partisi) o tarihten itibaren yılmadan, usanmadan ve bıkmadan arı gibi çalışarak, gergef gibi örerek Türkiye’de ciddi çok ciddi bir değişim ve dönüşüm projesi ortay koydu. Yepyeni söylem ve eylemleriyle toplumun sesi oldular. İnsanlar özellikle Anadolu insanı, ‘bunlar bizim gibi söylüyor, bizim gibi yaşıyor’ demeye başladılar. Önceki seçimlerde her ne kadar parlamento çoğunluğunu sağlayacak, grup kuracak kadar milletvekili çıkaramasalar da etkin muhalefetleri dikkatten kaçmıyordu. Bu durum vesayet odaklarını içten içe korkutsa da sisteme etki yapacak kadar güçlerinin olmadığı düşüncesiyle fazla da galaya almadılar.
1995 yılında yapılan milletvekilliği genel seçimlerinde millet, ülkeyi açmaza sürükleyen, doğru dürüst planı projesi dahi olmayan, kısır çekişmelerle ülkeyi mahveden partilerden kurtulmak istiyordu. Böyle düşünen insanlar için yapılacak bu seçim iyi bir fırsattı. Bu saikle sandığa giden Milletimiz Milli Görüş geleneğinin siyasi kanadı RP’yi birinci parti yaptı.
Telaşlanan zinde güçlerin etekleri tutuşmaya başladı. Hiçbir parti tek başına hükümet kuracak vekil çıkaramadı. Koalisyon gözüküyordu. En çok vekili RP çıkarttığı için hükümeti kurma görevi RP lideri Necmettin Erbakan’a verildi. Diğer taraftan da hükümeti kuramaması için ellerinden ne geliyorsa yaptılar. Tüm engellemelere rağmen iş döndü dolaştı RP ile DYP’nin koalisyon kurmasına vardı. Tarihe “refah-yol”diye geçen 54. hükümet kuruldu. Birinci parti olması münasebetiyle RP lideri Prof. Dr. Necmettin Erbakan başbakan, DYP lideri Prof. Dr. Tansu Çiller başbakan yardımcısı ve dış işleri bakanı oldu.
Oldukça badireli bir dönemde iktidara gelmelerine, gerek partiler ve gerekse kabine üyeleri arasında yeteri derecede insicam olmamasına rağmen çok kısa sürede ekonomi derlenip toparlandı. Kara delikler kapandı. İsraf ekonomisi durduruldu. Ülkenin gündemine ilk defa “havuzsistemi” ve “denk bütçe” kavramı girdi. Ekonomik anlamda çok ciddi gelişmeler oldu. O zamana kadar sabit gelirlilere hiç yapılmadığı kadar zam yapıldı.
Tüm bunlar ekmeğimiz elimizden gidiyor, neler olur, diye kır kır kıvranmaya çalışan para babalarını kaygılandırdı. Sözüm ona her şeyi ülkesi için yaptıklarını söyleyen bu gruplardanTÜSİAD başta olmak üzere toplantı üstüne toplantı yaptılar…
Toplantılarda -güya- kendi çıkarlarından bahsetmiyorlar ama asıl gayelerinin çıkarları olduğu sonraları çok daha iyi anlaşıldı. Kurnazca hareket edip, Türkiye’nin ekseni kayıyor diye zinde güçleri ABA (Asker, Bürokrat, Aydın) harekete geçirmeye çalıştılar.
Mesajı alan vesayet odakları ‘birimen mızıkacıları’ gibi derhal harekete geçtiler. Sahaya indiler. Bu taife için ülke şaha kalkmış, ekonomi düzelmiş, içerde ve dışarda güzel işler oluyormuş hiç mi hiç önemli değil. Sanki ülke başka bir yere götürülüyormuşçasına “i r t i c a” kavramına kilitlendi. Gündem bu kavram üzerinden oluşurken, birleri zenginliğine zenginlik katıyormuş! Kimin umurunda!
Demokrasi havarisi kesilen sözüm ona aydınlar, akademisyenler, hukukçular, askerler, gazeteciler bürokratlar, STK’lar, bir takım siyasetçiler değneksiz köyde gezmeye başladılar… Koro şefleri asker olmak üzere işe koyuldular. Şefleri, ismi geçen demokrat! Grupları topluyor, kulaklarını çekiyor, onlara yol haritası çiziyor, günlük haftalık ve hatta aylık ödevlerini veriyordu. Onlarda koşulsuz görevlerini yerine getiriyorlardı.
Aman Allah’ım! Biz nasıl bir ülkede yaşıyormuşuz! Ülke uçurumun eşiğindeymiş de haberimiz yokmuş. Uydurma ve sansasyonel haberlerle okulda, kuran kursunda, dükkânında veya tarlasında namaz kılan insanlar gündeme getiriliyor; sakallı, sarıklı cübbeli insanlar; kendilerinin oluşturdukları “Fadimeler”, “Kalkancılar” ülke gündemini meşgul ediyor, iyiliklerin üstü kapatılırken suni gündemle insanlar meşgul ediliyordu.
Şeflerinden aldıkları görev gereği bunlar olurken diğer taraftan da hükümeti bozma faaliyetleri başladı. Satılık bakan ve milletvekilleri için pazar kuruldu. Varlığını zinde güçlere borçlu olan vekiller peşi peşine istifa etti/ettirildi...
ARA SÖZ Geçenlerde bir dostumla muhabbet ederken hükümetle ilgi bazı değerlendirmede bulundu…
Dedim ki, ‘genelkurmay başkanı veya kuvvet komutanlarının isimlerini biliyor musun? Görsen tanırımsın?’
Yok’ dedi.
Bu hükümetin‘Hiçbir şey yapmadıklarını düşünsek bile bu vesayetçileri demokrasinin içine çekmeleri dahi çok büyük başarıdır’ dedim…
MGK TOPLANTISI 28 Şubat 1997’de Türkiye’nin en uzun MGK toplantılarından biri yapıldı. Tamı tamına sekiz saat sürdü. Kurulda Genelkurmay başkanı İsmail Hakkı Karadayı başta olmak üzere asker kanadı pervasızca hareket ediyor dik dik, tepeden tepeden konuşuyor, nezaket timsali Erbakan Hocayı zor duruma sokmak için elinden geleni yapıyordu. Özellikle Batı Çalışma Grubunun kurucu ve yöneticisi Deniz kuvvetleri komutanı Güven Erkaya, yaptığı çirkefliklerin yanı sıra Erbakan’ın dini hassasiyetini bilmesine rağmen toplantılarda içki isteyip nispet etmesi, Çevik Bir’in askerler adına Sincan’da tankları yürütmesi vs.
Sözüm ona “iri” ve müstehcen resimleriyle toplumun ahlakını bozan gazetelerin manşetlerini ismi verilmeyen bir üst düzey askerlerin abuk sabuk beyanları oluşturuyordu. Onlar da gazeteciyim diye kasılıyorlardı… (Ertuğrul Özkök, Murat Yetkin, Oktay Ekşi, Emin Çölaşan, Zafer Mutlu, Ali Kırca vs. gibi gazeteciler…)
Çarşı-pazarda, üniversitelerde irtica almış başını gidiyor!… Gücünü zinde güçlerden alan YÖK başkanı ve üniversite rektörleri, dininin gereğini yapanlara karşı zulümde adeta yarışıyorlardı. O günler buhranlı ve sıkıntılı günlerdi.
Gidişatın iyiye gitmediğini fark eden, seçmenine ve mesai arkadaşlarına rağmen, ülkesinin menfaatini daha âli gören rahmetli Erbakan, ortağının başbakanlığında hükümetin devamı için istifasını dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e verdi. Her defasında darbeciler karşısında sus-pus olan, siyasetini Müslümanları aldatma üzerine kuran Demirel, bu durumu fırsat bilerek hükümeti kurma görevini, siyaset arenasına kendinin kazandırdığı Başbakan yardımcısı ve Dış İşleri Bakanı Tansu Çiller’e değil, Müslümanları yarasaya benzeten, sekiz yıllıkkesintisiz eğitimisiyasi geleceğine mâl olsa dahi uygulamayı taahhüt eden ve gereğini de yapan Mesut Yılmaz’a verdi…
Ülkemizin yakın geçmişinde yaşanan 28 Şubat 1997 post-modern darbesi hakkında çok sayıda insan yazdı. Uzun olmayan bu yazımı, kendimi kasarak ve kısarak yazdım. Tavsiyem o ki, akl-ı selimle o dönem tekrar tekrar okunmalıdır. İyi anlaşılmalıdır.
Eleştirilecek yönleri olsa da, rahmetli Erbakan Hoca’nın “talebeleri”, tarumar edilen ülkeyi nereden nereye getirdikleri ortada…
Ahmet Belada