DADAĞI KÖYÜNDE ÜÇ KARDEŞ

Nevşehir'den bindiğim minibüsten Hacıbektaş'ta indim.

Nevşehir sıcaktı. Geçtiğimiz Gülşehir daha sıcak; Kızılırmak kıyısı.

Hacıbektaş serin. Yayla…

Çantamı sırtladım, yola düştüm.

Hırka Dağı çevresindeki alanı inceleyip haritama işleyeceğim.

Serinlikte inmiş olsam da, hava giderek ısındı.

Dadağı köyüne ulaştım. Yürü yürü yürü ! Adı güzel köy. Burada linyit ocakları var.

Öğleni geçmişti vakit. Avlusu yüksek duvarla çevrik güzel bir evin önünden geçiyordum. Pırıl pırıl bir otomobil gölgeye çekilmiş.

Ayırdına vardım ; bir genç beni izliyor.

Selam verdim. Karşılığı geldi.

'' Köyünüzde bakkal var mı ? ''

Acıktığımı anlamış olmalı.

'' Bir dakika ağbi, '' dedi, evin içine geçti.

Bir iki dakika sonra sesleri duymağa başladım.

'' Lan, sen salak mısın; öyle her geçeni davet edip yimek yidirirsen ilerde dilenci olursun.''

Anladım. Genç çocuk bana yemek ikram etmek istedi, fakat ağabeyi itiraz etti.

Yanıma geldi. Yüzünde anlatamayacağım bir üzüntü. Çokuşup kalmış. Gözlerinde yaş.

'' Gel benimle ağbi,'' dedi. Yürüdük. Derin bir acı duyumsadım gönlümde.

Üzülmesine ben neden olmuştum.

Anlatma gereğini duydu. Yavaştan söyledi.

'' Böyle değildi eskiden bu Osman ağbim. Belçika'ya gitti, değişti, kısmık oldu. Beş altı yıl önce köye gelen herkesi, çerçiyi, tahsildarı, candarmayı alır getirir, yimek yidirirdi. ''

Boyu benden uzundu. Sırtını tapışladım.

'' Sen üzülme, sağlık olsun. Benim yüzümden üzüldün. ''

'' Yok ağbi ! Benim ağbim hep böyle. Ona canım sıkılıyor. ''

'' Tartıştınız mı içerde ? ''

'' Belçika'da ne zorlukla çalışdığını görseymişiz, bir sokum ekmeğini yimezmişiz. Belinden sakat ya, fabrikada iş süresince ayakta durmak çok acı viriyormuş. ''

Üzüntüm artmıştı.

Birkaç ev geçtik. Bir kapıyı açtı. İğde ağaçlarının gölgelendirdiği bir avluya girdik.

Adının Muhsin olduğunu öğrendiğim genç bağırdı içeriye doğru.

'' Ablaaa, gız bi dışar çık ! ''

Genç, güzel bir kadın çıktı avluya. Yemenisini yüzüne kapattı hemen. Gülümsedi.

'' Bu benim ablam olur. Gülizar. ''

'' Hoş geldin Muhsiiin, nasılsın ? Hayırdır ! ''

İlerledi ; ablasının kulağına fısır fısır birşeyler anlattı. Ben bahçe kapısına yakın duruyorum. Kadın elleriyle dizlerini dövdü.

'' Bak, gördün müü ? Bu gardaşımız böyle deyildi. Gurbet illeri deyişdirdi onuuu, deyişdirdiii. ''

Hayattaki iğde ağacının altında bir masa, iki sandalye vardı. Muhsin, oraya oturmamızı söyledi.

'' Sana , ablana zahmet verdik Muhsin kardeşim. Kusura bakma ! ''

'' Olur mu ağbi, sen ki gelmişsin köyümüze. İnceleme yapıyorsun. Dadağı'ya gittim de, aç galdım didirtmeyiz evelallah. ''

Gülümsedim. Ne iyi bir genç şu Muhsin.

Gülizar kadın bir testiyle iki bardak getirip yanımıza koydu, yine içeri gitti.

'' Enişdem de burda deyil şimdi. Hollanda' da işçi. Bu yıl tatile gelemedi. Geçen yıl geldiydi. ''

Onbeş, yirmi dakika içinde Gülizar, bir kalaylı bakır siniyle geldi. Taze bazlama, tereyağlı sahanda yumurta, yanında yoğurt, domatesli, hıyarlı, biberli salata...

'' Hadi buyurun, hadi ! Afiyet olsun ! Muhsin daha önceden haber virseydi, başga şiyler de yapardım. ''

Gözlerim yaşardı. '' Daha ne olsun bacım, ellerine sağlık, kesenize bereket ! '' diyebildim.

Acıkmışız. Giriştik. Kısa sürede bitti sahandaki yumurta, salata, yoğurt. Üstüne de testiden soğuk suyumuzu içtik.

Baktım, bir torba hazırlanmış. Nedir bu ?

‘’ Ağbi, bizde töredir; konuğa yol azığı konur.’’

Taze yufka, iki börtlenmiş yumurta, domates, biber…

Kucaklaştık. Vedalaştım Muhsin’le. Gülizar Bacı’ya teşekkür ettim.

Kızılırmak taa aşağılarda ışıldıyordu. Sisler, puslar içinde, gökçe gövertisi tozlu görünen Gülşehir…

Yolum uzun…Akşam olmadan, karanlık çökmeden Göre’ye ulaşmalıyım.

...........................

1978 yılının Ağustos ayı idi. Doktora tezim için Orta Kızılırmak Havzası'nı inceliyordum. Her köyde karşılaştığım binbir değişik insandan nice öğretici bilgiler alıyordum. Tanış dağarcığım gittikçe doluyordu.

Dadağı köyünün iyi insanlarını , üç kardeşi unutmadım.

-------------------------

12 Ağustos 1979. Göre