HİCRETLE GELEN KARDEŞLİK
(KUTLU DOĞUM ANISINA)
Akabe biatlerinden sonra Peygamberimiz henüz hicret etmeden, Medine’ye gönderdiği Musab bin Umeyr, Önce şehrin sosyal yapısını tahlil etti. Ardından hizmete koyuldu. Kısa bir sürede Medine’de İslam’ın girmediği ev kalmadı. Öyle bir atmosfer oluştu ki, Medine artık başta ‘Kutlu yolcu’ olmak üzere, gelecek olan misafirlerini beklemeye başladı. Beklenen oldu ve kutlu yolcu arkadaşlarıyla Medine’ye geldi.
MUHACİR VE ENSAR
Bu iki kavram her ne kadar konuşma ve yazı dilinde kullanılıyorsa da hiçbir zaman hicretten sonra ortaya çıktığı gibi kullanılır olmamıştır. Bu tarihten sonra Muhacir ve Ensar kelimeleri Mekke’li ve Medine’li seçkin/seçilmiş kimseleri çağrıştıracaktır.S
Bu mümtaz kişilerin yaşayacağı şehre hicret eden Resûlüllah, Ensar şehrine gelir gelmez söz ve eylemleriyle sınıf ve ırk ayırımını yıkmaya, kibir ve gurur esaslarını yok etmeye, bütün insanlar arasında gerçek eşitliğin adil ölçülerini yerleştirmeye çalıştı. “Halkın tarak dişleri gibi eşit olduğunu, Arab’ın arab olmayana, kırmızının siyaha takvadan başka bir üstünlüğünün bulunmadığını” ilan etti. Bu ölçülere göre “takva” insanlar arasında yegâne ölçü ve üstünlük sebebi oldu.
Bilindiği gibi, Mekke’den Medine’ye göç edenlere verilen isime Muhacir, onlara ev sahipliği yapanlara da Ensar denir. Her Peygamber’in hayatında hicret olgusu varsa da, hiç biri Peygamberimizinkine benzememiştir.
Muhacirlerin hemen hepsi birçok maddi ve manevi sınavdan geçerek Medine’ye geldiler. Mekkeliler Arabistan Yarım Adasının birçok alanda en becerikli olanlarıdır.
Peygamberimiz her bir Mekkeliyi bir Medineliyle kardeş yapmıştır. Bu insanlık tarihinde hiç görülmeyen, asla da görülemeyecek olan bir kardeşliktir. Her şeyini terk ederek hicret eden Mekkelilere, iki hanımından birini teklif edecek kadar kardeşliğin zirvesine çıkan, Ensar:
“Ey yoksulların yoksulu dostum, sana nasıl yardım edebilirim? Evim de servetim de emrine amadedir” derken, Muhacirde;
“Ah, benim güzel dostum, bana pazarın yerini göster, yeter” demiştir.
Gerçekten de muhacir pazara gitmiş, orada kendine bir iş kurmuş ve kısa sürede servetine yeniden kavuşmuştur. Zengin Medinelilerin eline bakan tek tük muhacir kalmıştır.
Peygamberimiz ise, Musab’ın verdiği rapor ve kendinin müşahedesiyle Medine toplumunu örgütlemeye başladı. Gördü ki, Müslümanlar kendilerine verilecek her emri yerine getirmeye hazırdır. Artık birbirine düşmüş Medine ailelerinin karşısına, disiplinli ve kararlı bir muhacir- ensar kardeşliğiyle çıkabilirdi. Çünkü oluşturulan bu kardeşlik, Onu Medine’nin mutlak hakimi yapacaktır.
Artık iktidar alanını genişletmeye ve inanca dayalı devletini kurmaya başladı. Öncelikle halkın tamamının uyacağı ortak metine ihtiyaç vardı. Bundan hareketle Peygamberimiz, Medinelilerin bütün temsilcileri ile müminler arasından ileri gelenleri bir araya topladı. Onlara: “Medine halkı çatışma içinde, kan dökerek yaşıyor. Ben bu kente barış getirmeye geldim. İşte bu barışı ilan ediyorum.” dedi ve ardından onlarla “Medine Vesikası” diye bilinen yasaları kaleme aldı.
İslam’daki bu ilk yasama girişimiyle Peygamberimiz, kendisinin bütünüyle başka bir yanını ortaya koyuyordu. Artık Medine halkının karşısında berrak fikirleri, çelik gibi kararlılığıyla ve incelikli düşünceleriyle bir devlet adamı duruyordu; bu, Arapların o güne dek gördükleri siyasetçi tipine hiç ama hiç benzemiyordu. Aklı başında herkesin uyacağı/uyması gereken bir uyum yasasından bahsediyordu. Artık ortada herkesin uyması gereken adil, eşitlikçi bir de “anayasa” mevcuttu.
İhtiyar dünyamızın birliktelik ve kardeşlik üzerine yazılı, elimizde bulunan tek belgesi “Medine Vesikası” dır. Metin;
“…Devletin lideri Muhammed’dir.
*Tüm Medineliler devletin üyesidir.
*Daha önce ailenin söz sahibi olduğu her konuda, örneğin kan davaları, savaşa girme vb, devlet söz sahibidir…
*Yahudiler inananlar tarafından korunur ve savunulurlar.
*Savaş ve barış konusunda kararı veren peygamberdir.
*Gerekli durumlarda, Medine’de yaşayan herkes vergi verir.
*Peygamberin yaslarını çiğneyen ya da dine karşı hareket eden kişi, ailesinin sağladığı da dâhil olmak üzere, her türlü koruma hakkını kaybeder.
*Müslümanlar, bir inançsızın öldürülmesinden doğan kan davası tanımaz. Kendi inancından biri zarar gördüğünde bunun intikamını almak tüm Müslümanların görevidir.
*Peygambere karşı konuşan kimse ailesi dahil olmak üzere, kimse tarafından korunmaz. *…İnananların koruması altındaki Yahudiler ve Hıristiyanlar, kamu işlerinde Peygamberin *yasalarına uymakla yükümlüdür.
*Yahudiler ile Hıristiyanlar, yalınızca savaş durumunda, şehrin, savunulmasında askeri göreve çalışırlar. Diğer tüm konularda Müslümanlarla eşittirler.
*Müminler, diğer insanlardan ayrı olarak birbirinin mevlası (dostu-kardeşi) durumundadırlar…
*Müslümanlar birbirlerine yardım etmeli, esir düşen din kardeşlerini kurtarmalı ve toplulukta ihtiyaç içinde olan kimse bırakmamalıdırlar.
*Hiçbir Yahudi ya da Hıristiyan İslam’ı kabul etmeye zorlanamaz…
*Her türlü değişikliğin tek yetkilisi Allah ve Onun Resûlüdür.
*Bu sulh ancak onlar (müminler) arasında adalet ve eşitlik esasları üzere yapılacaktır… *Şüphesiz takva sahibi Müminler en iyi ve en doğru yol üzerindedirler…
*Bu sahifede gösterilen kimseler arasında, fesadından korkulan, bütün olay ve anlaşmazlık vakalarını Allah’a ve onun elçisi Muhammed (sav)’e götürülmesi gerekir.
*Allahü Teâlâ, bu sahifede yazılanlara en iyi şekilde riayet edenlerle beraberdir.”
Özetleyerek verdiğim vesika bunları içermektedir. Bütününü esas alarak şu yorumu yapabiliriz;
1- Resûlüllah, Medine toplumunun farklılığına rağmen, Müslümanlar arasında birlik ve beraberliği, kardeşliği sağlamaya, onların birbirlerine zıt olan kalplerini birleştirip, birbirine ısındırmaya, tek bir ümmet haline getirmeye Muaffak olmuştur.
2- Resûlüllah, bu ümmetin fertleri arasında, her türlü yakınlık, hatta akrabalıktan önde gelen din kardeşliği temeline oturtan bir yardımlaşma, birlik ve beraberlik ortaya çıkartmaya Muaffak olmuştur.
3- Resûlüllah, siyasi ve dini bir şahsiyet sahibi herhangi bir cemaatin, fertler üzerinde hakları, fertlerin de cemaatler üzerinde hakları olduğunu zikretmiş, fesatçının cezasını verme ve emniyeti tesis etmede o hakların rolünü açıklamıştır.
4- Umumi iş ve menfaatlerin dağılımında, Yahudi cemaatinin Müslümanlarla eşitliğini şart koşmuş; böylece İslam’a rağbet duyanlar için yol açmış ve onlar için Müslümanların yararlandıkları haklardan yararlanmalarını tekellüf etmiştir.
5- Sosyal sonuçları itibariyle; Medine’de kurulan Resûlüllah hükümetine terettüp eden sosyal sonuçların başında, sınıf farkını kaldırmak, aşamalı olarak kölelikle mücadele etmek, kadının mevkini yükseltmek ve sarhoşluk veren unsurları yok etmek gelmektedir.
6- Kabile taassubunu yıkmak için İslam kardeşliğini en sağlam ve kalıcı biçimde gerçekleştirmeye. Ölüm döşeğinde bile halkı kardeşliğe, hakkı ve sabrı tavsiye etmeye davet etmiştir.
7- Bu anlaşmayla; Resûlüllah’ın hükümeti, bütün hükümet vasıflarını tamamlamıştır. Ayrıca doğu ile batının boyun eğdiği bütün Müslümanların hükümeti haline geldi.
8- Bu vesika; Medine’de oluşan İslam kardeşliğinin temel esaslarına ve bir tek liderin yönetiminde idare edilmesine mesnet teşkil etti.
9- Bu anlaşmayla; İslam’ın inanç ve devlet düzeni olduğu ispat edilmiştir.
Bir arada yaşamak durumunda olan farklı insan gruplarının karşılıklı konuşması, birbirini anlama ve tanıma sürecine girmesi, eğer mümkünse aralarında hukuki zemin teşkil edecek ortak paydaları ortaya çıkartıp, bu paydalar çerçevesinde yaşanması sağlanmıştır.
Peygamberimizin bütün arzusu, farklılıkların her birinin birer çiçek gibi açtığı, her birinin kendine özgü güzel kokular verdiği bereketli bir beşeriyet bahçesi meydana getirmektir.
Kurân'ın ortaya koyduğu ilkeler, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) tarafından uygulamaya konmuş, Sünnet ve Siretin de 'ete kemiğe bürünmüştür’.
İşte Medine Vesikası bu müşahhas ve doğrudan uygulamaya dayalı kardeşlik ve bir arada yaşama modelidir.
Bu anlaşmayla beraber Peygamberimiz Medine’nin tek otoritesi kabul edilmiş oldu. Böylece Medine ‘site devlet’inde yepyeni bir sistem kurulmuş oldu. Kurulan bu sistemde Müminler arasında kan ve aile bağının yerini din bağı, yani kardeşlik almış oldu.
Böylece İslam, dinî bir inanç sistemi olduğu ölçüde kardeşliğe dayalı siyasî bir rejim oldu.
Bilindiği gibi insanların bir arada yaşamasının mümkün olan iki yolu vardır:
Biri, baskı ve güç kullanımı; diğeri özgür insanların kendi aralarında mutabakata varmaları ve mutabakatın bir hukukî sözleşme hüviyetinde onların hareket ve davranışlarını, hak ve sorumluluklarını belirlemesidir. Anayasalar, kanunlar, akitler, ahitnameler hep bu amaçla yapılmıştır. Elbette sözleşme metinleri olmasaydı ne sosyal barış olur ne de siyasi bir birlik kurulurdu. Şu var ki, bütün bunlarda söz konusu olan sözleşmelerin insanların özgür iradeleri, yani rıza ve kabulleriyle akdedilip edilmedikleridir. Müslümanlar yani bizler, bu konuda zengin bir mirasa sahibiz. Müslümanların tarihi tecrübesi genel anlamıyla din, etnik, dil ve kültür gruplarının farklılığını tanıma, onların temel hak ve özgürlüklerini hukukun teminatı altına alma esasına dayanmış, böylelikle çok sayıda din, mezhep, kavim ve kültür bir arada yaşama imkânı bulmuştur. Bu birikimin sahibi olan bizler her şart ve koşulda bu birlikteliği ve kardeşliği tekrar oluşturabiliriz.
Bütün mesele nesep kardeşliğinden ziyade din kardeşliğinin öncelenmesidir.
İnanan insanların ilk kardeşlik noktaları, iman bağıdır. Bu bağla birbirine bağlanmayanlar, aynı anadan babadan dahi olsalar kardeş sayılmazlar. Diğer bütün yakınlıklar ise, bu kardeşlikten sonra gelir. Mesela, insan karısını boşarsa, karı-kocalık ve yakınlığı ortadan kalkar; fakat din kardeşliği yine devam eder. Çünkü din kardeşliği; ayrıştırıcılığı değil birleştiriciliği emreder. Renge ve ırka bakmadan beraber olabilmeyi gerektirir.
Hatırlayınız Nuh aleyhisselam tufan öncesi oğlunun kurtulup gemiye binmesi için; “Yarabbi bu ehlimdendir...” dediğinde Allah; “o senin ehlin değildir” demek suretiyle kişinin kendi çocuğu da olsa eğer inanmamışsa ehli, kardeşi olamayacağını belirtmektedir.
İslam’da ümmet prensibi vardır. Bu prensip gereği, din, kültür ve siyasî birliktelik ve kardeşlik istenir.