SADAKATİN ÖNEMİ
 
Gavs-ı Sânî hazretleri, kuddise sırruhu, bir sohbetlerinde şöyle buyurdu:

“Hazreti Ebu Bekir Sıddık, sahabenin en faziletlisi idi. O bu makama sadakatiyle gelmişti.      
Yoksa ilimde ve amelde onu geçen sahabiler vardı.”              

Sohbetlerinin sonunda da “ Siz de sadık olunuz” diye emir buyurdular.

Sadat-ı Kiram Efendilerimiz sadakat vasfı üzerinde çok duruyorlar. Hatta bunu bir tavsiye değil, emir olarak buyuruyorlar. Bizim de meseleyi doğru tahlil edip “Nasıl sadık oluruz?”u düşünmemiz lazım.

Sadakat bir vasıftır ve bu vasfa sahip olanlara “sadık” denir. Sadakat bir kimseye Allah Teâlâ için kalpten bağlılıktır, dostlukta sebattır, vefakârlıktır. Bu, bir zatla ilgili olan sadakati ifade eder. Ama sadakatin bir yönü daha vardır ki o da çok önemlidir. Bir yolun veya mesleğin düstur ve kaidelerini hiç değiştirmeden, tereddütsüz olarak bağlılık da sadakatin ikinci yönüdür. 
     

Yukarıdaki tasnifimize göre, ilk bahsettiğimiz sadakat; önündeki üstada, mürşide kalben bağlılık olarak ifade edilebilir. Yol ve meşrep itibariyle sadakat ise tasavvuf adabı üzerinde hiç tasarruf etmeden, değiştirmeden ve tereddütsüz olarak bağlılığı ifade eder. Dolayısıyla Gavs-i Sânî hazretleri, kuddise sırruhu, bizlere “Sadık olunuz” derken hem kalbi bağlılıktan hem de yolun kaidelerine, düstur ve adaplarına bağlılıktan bahsetmiş oluyor.

Sıddık Olmak

Sadakat ve doğrulukta çok ileri gidene ‘’sıddîk’’ denir. Bu hale de sıddıkiyet denir. İşte bu sıddıkiyet makamının reisi Hz. Ebu Bekir efendimizdir. Allah Teâlâ ondan razı olsun. O, İsrâ ve Miraç hadisesinde Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellemin anlattığı şeyleri tereddütsüz tasdik ettiği için sıddîk ünvanını kazanmıştır. Hâlbuki Mekkeli müşrikler İsrâ ve Miraç hadisesi anlatıldığında aklen ve mantıken böyle bir şeyin mümkün olamayacağını düşünerek, sevinç içinde koşarak Hz. Ebubekir’e gelmişler ve “Senin arkadaşın ne diyor biliyor musun Ya Eba Bekir?” demişlerdi. “Arkadaşın bir anda Mescid-i Aksa’ya gitmiş ve geri gelmiş” demişlerdi de Hz. Ebubekir “Bunu o mu dedi” sorusuna “Evet” cevabı alınca “O demişse doğrudur” diye karşılık vermişti. Sonra da koşarak Resulullah sallallahu aleyhi ve sellemin yanına giderek “Ya Resulallah, miracın mübarek olsun!” diyerek sıddıkiyet ünvanını kazanmıştı. Böylece sıddıkiyet, Aşere-i Mübeşşere’nin birincisi olan Hz. Ebubekir radıyallahu ahnu efendimizin nâmı ve sıfatı olmuştur. 
       

Bu kelime “çok doğru, hiç yalan söylemez ve doğruyu çokça tasdik edici” manalarını ihtiva eder.
       

Fatiha suresinde “Ya Rabbi bizi sırât-ı müstakime, doğru yola ilet, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna” buyurulmaktadır. Yine Nisa Suresi 69. ayet-i kerimesinde de kendilerine nimet verilenler nebiler, sıddıklar, şehitler ve salihler olarak sayılmaktadır. O halde hem Kuran-ı Kerim’in işaretiyle hem Sünnet-i Seniyye’nin işaretiyle, hem de Sadat-ı Kiram efendilerimizin ikaz ve irşadıyla sadakat ve onun ileri derecesi olan sıddıkiyet meselesi, sofilerin de Allah Teâlâ’nın rızasını kazanmak isteyen ehl-i tasavvufun da hayatlarında çok önemli bir yere sahiptir. Onu kazanmak için elimizden geleni yapmalıyız. Bu mevzuda bir diğer husus da şudur ki, Gavs-i Sânî hazretlerinden sonra elini tuttuğumuz, kendisine intisap şerefine erdiğimiz büyüğümüzün de medhiyesinde “kesîri’l-mehabbeti lissadikîn” diye geçmektedir. Yani “sadıkları çokça seven” vasfıyla zuhur etmiş, ortaya çıkmıştır. Bu vasfı üstlenmemiz gerektiğine dair bir destek ve delil de buradan gelmektedir. Çünkü insan ister ki peşinden gittiği zat onu sevsin. O halde o zat da kimi seveceğini beyan etmiş. Belki bütün sofilerini sever ama sadıklara olan muhabbeti başkadır.  


Peki, ne yapacağız da sadıklardan olacağız inşallah? 


       Eğer bir insan bir ameli Allah Teâlâ emrettiği için yaparsa, sırf bunun için yaparsa, buna ihlas denir. Bu kalbin amelidir. 


     Tahrif etmeden değiştirmeden, tereddüt etmeden yapmak sadakattir.


       Demek ki ihlas ve sadakat peş peşe geliyor. Böylece sadakatin biri manevi diğeri ise fiilî olmak üzere iki cihetinin olduğu buradan anlaşılıyor. Kişinin bağlandığı bir şeye ciddi ve kalbî samimiyetle bağlılığı sadakatin manevi cihetidir. Evvela şart olan budur. Bu manevi bağlılık yalnız iki kalp arasında olduğu için bunu Allah Teâlâ’dan başkasının bilmesi mümkün değildir. Fakat başkaları da bunun olup olmadığını nereden bilir? Bu manevi bağlılığın fiilî tezahürü de vardır. O nedir? Bağlandığı şeyin icaplarına harfiyyen uymak ve tasarruf etmeden ifa etmek ve fiilen sadakatini ispat etmektir. O halde kimin ne kadar sadık olduğu Fiilen sadakatin ispatı adaba titiz bir şekilde uymakla olur. 


       Eğer kişi tasavvuf adabına uygun şekilde oranın düstur ve hükümlerini, fiilî icaplarını rahatlıkla yapabilecekken özrü olmadığı halde yapmıyorsa ya da tavsiye veya emredilen şekle kendi anlayışıyla yeni tarzlar ihdas ederek üzerinde tasarruf ediyorsa bu kimse sadakati zedelemiş veya terk etmiştir. Yani kendi arzusuna uymuş olur.


   Sadıklardan olmak ve sadıkların yolunda olabilmek niyet ve temennisi ile Hayırla kalın
                Serhendi vakfı hizmetlisi
                            Ahmet FERALAN