SUNUM

Doğayı okuyarak, Nevşehir”i anlatmaya çalıştığım kitabımı sizlerle makaleler serisi olarak paylaşmak istedim. Yazısız tarihimiz, büyüklerimizin bize anlattıkları, teyit edilip kitabıma alınmıştır. Bazı belgeler ve bilgiler doğa okunarak, geçmiş yaşanmışlıklarının izleri sürülmüştür. Yetişmediği yerlerde yazılı kaynaklara da başvurulmuştur. Kitabımda, tarihle günümüz harman edilerek sunuldu. Zira günümüzün de bir gün tarih olacağı açık bir gerçektir. Aşiret yerleşmelerinden yüzlerce yıl önce de yöremizde yaşanmışlıklar; Tarihi, kültürel, jeopolitik gibi birçok değeri bizlere miras olarak bırakmıştır.

Eski Nevşehir tarihi, aşiretlerin gelip yerleşmesiyle oluşmuştur. Türkmenler, Eskil Türkmenleri, Beddik ler ve dahi bazı aşiretler mahalleler kurup, yöremizde yaşamaya başlamıştı. Bu yöremizin becerilerini, imkânlarını genişlettiği gibi çeşitli sanat ve zanaat, bahçecilik ve hayvancılık konusunda da yetişmesini sağlamıştı. Osmanlı zamanında pazarımızda Anadolu’da tanınır bir vaziyetteymiş. Geçmişimiz türlü zorluklardan geçerek yöremizi ve vatanımızı bize bırakmışlardır. Vatanımızın mübarek olduğu en büyük unsurlarından biri budur.

Araştırmalarımda bana yardımcı olan insanlarımıza teşekkür ederim. Günümüzde bu insanlarımızın pek çoğu yaşamamaktadır. Nevşehir’in özellikle tasvirlerini bu kişilerden öğrenmiştim. İlk kitabımı bastıran Sayın Bayram Sağlam’ a buradan da teşekkürlerimi sunarım. Bitki tanıtımını halkıma yansıtmam benim için çok önemliydi. Ekonomik yönleri, sosyal, sanat ve hobi imkânları sunmaktaydı. Allah vakti öldürsünler diye yaratmamıştır. Bir şeyler öğrenin, bir şeyler yapmaya çalışın ki, hayat döngüsü olumlu dönsün. İnsanımızın uğraşacağı binlerce beklide yüz binlerce konu vardır.

İkinci kitabımı da rahmetli babam, Durmuş Dedeoğlu’nun aziz hatırasına itham ederim.

ÖN SÖZ

Birçok bilgi yaşanan hayatlarla edinilse de, insanlar öldükleri zaman bilgiler yaygınlaşmamışsa, kayıt altına alınmamışsa yok olup gitmektedir. Bu olguları Nevşehir tarihinde ve bitkilerde unutulmuşluklara defalarca şahit olmuştum. Özellikle yaşanmışlıkların renkleri, oyaları, güzellikleri ve hüzünleri olan aşk hikâyeleri, yol, askerlik, gurbet yaşanmışlıkları yazısız tarihimizde sessizce yaşandığı gibi unutulup gitmektedir. Kale Mahallesi bu gün bile anlamadığım nedenlerle yıkılıp gitti. Kalenin altından çıkan dokuyu çok duymuştuk lâkin bu dokuyu masal sandık, efsane sandık, gerçekmiş.

Kara Cami külliyeti sessizce yok olmuş, bilir dediğimiz kimselerde bilemediler. Unutuldu. Yazısız tarihimizde öyle güzellikler, heyecanlar yaşanmış ki, roman olur, hikâyeler yazılır. İnsanımıza dedesinin, babasının adını sorduğumuzda cevap verecek çok az adam çıkar. Akrabalık bağları gün geçtikçe daralmaktadır. Hayatın çok hızlı geçtiğini biliyorum ama insanlarda, zaman öldürmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Üstelik bu işlerle uğraştığım için bana “Boş işlerle uğraşıyorsun.” Dedikleri de oluyor. Dolu işler ne oluyorsa gayri…

Tanımaya çalışın; Sanatı tanımaya çalıştım, çok sevdim. Doğayı tanımaya çalıştım, iflah olmaz bir çevreci oldum. Yöresel tarihi tanımaya çalıştım. Nevşehir’e âşık oldum. Bitkiler konusunda; birkaç hafta bu konuyu araştırayım da ufak da olsa biraz bilgim olsun dedim ve aradan on küsur yıl geçti bırakamadım. Bilginin gerçek bir hazine olduğuna inanıyorum..

Kitabımda kayda almak için Sığ denizi araştırayım dedim. Bu konuda araştırmalar oldukça azdı. Görsel olarak okuyup yazmak istemiştim. Doğada bulduğum izler bana cesaret ve araştırma zevki vermişti. İnsan bazı işlerle uğraşınca okumak zevkli ve adeta zorunlu oluyor. Araştırmalarımı, okuduklarımı ve hatta duyumlarımı bir kitapta toplayıp yazmam, benim için bir borç olduğuna inanıyorum.

Araştırmalarımı yaparken şahit oldum ki, öğrendiğim hiçbir şeyin boşa gitmediğini gördüm. Çocukluğumda kütüphaneye takılırdım. Kara kalem resimleri ilk orada gördüm. Ansiklopedi okuma merakım beni bilgi konusunda çok iyi yetiştirmişti. On parmak daktilo kursuna gitmekle hızlı yazı yaza bilmem konusunda bana serilik kazandırdı.. Arzuhalcilik yapmıştım. İfade gücümü artırdı. Büyüklerimden yaşanmışlıklar, şiirler, yöremizin daha hızlı kalkınma yollarını öğrenmiştim. Çeşitli projeler üzerinde çalışmıştım. Günümüz, rantın günleri olduğu için bir şey yapamıyordum. Bu yüzden toplumsal projelerle uğraşmayı bıraktım. Bitki fotoğrafları, bitki resimleri konusunda çalışmam beni mutlu etmişti.

Sarraflar çarşındaki küçük caddenin adı Tahmis Caddesiydi. Ne alaka, Tahmis Londra’daki nehrin adıdır. Bu caddeye isim nereden geldiğini rahmetli Erol Gülen’den öğrenmiştim. Zamanın birinde İngiltere ile Nevşehir o günün anısına İngiltere’de bir caddeye “Nevşehir Caddesi” adı vermiş, Nevşehir’de en güzel caddelerinden birinin adını “Tahmis Caddesi” koymuştu. Bu konu ile alakalı bir belge bile bulamadım. Bulunsa ve bu konu işlense turizm yöresi olduğumuzu da düşünüp, çeşitli etkinliklerde buluna bilirdik. Keza Horzaim Parkı Almanya ile Nevşehir’in kardeşlik antlaşması olduğunu birçok insan bilmektedir. Bunu bari kayıt altında tuttuklarına inanıyorum.

Çiçek aşısının, Pastör’den yüz yıl öncede Nevşehir’de bilindiğini biliyor musunuz? İbrahim Paşa’nın eşi Fatma sultan’a Fransız sefirinin eşi sormuş; Çiçek hastalığından sizde ne kadar çocuk ölüyor.” Fatma Sultan; “Çiçek hastalığından hiç çocuğumuz öldüğünü duymadım.” Konu padişaha kadar gider. Nevşehir’de ki, şifacı neneyi Fransa’ya götürüp aşının onlara de öğretilmesi sağlanır. Yıllar sonra Pastör “Çiçek aşısını buldum.” Diye tuttuğu kayıtları sunarak ismini ölmez yapar. Keşke bizimkiler de yaşanmışlıklar konusunda kayıt tuta bilselerdi. Evkaf ve Mühimme defterlerinde, özellikle sayılarla Osmanlıyı kayıt etmişlerdi.

Günümüzde bir gün tarih olacaktır. Bu günleri de kayıt altına almak bunun için elzemdir. Devamlı yazılı tarih ezber babında anlatılır durur. Oysa uluslara, devletlere yön veren yazısız tarihlerdir. Zira toplulukları oluşturanlarda direk halktır. Bu gerçek asla göz ardı edilemez.

Şiirler, yaşanan olaylar, destanlar bazı insanlarımız tarafından ezbere alınmış ve yaşatılmaya çalışılmış. Olaylar masallaştırılmış yeni nesillere aktarılmaya çalışılmış. Her rivayet, her aktarmada bir yerlerini kaybeder ve ya eklemeler yapılır. Hacı Bektaşı Veli hiçbir zaman aslanlarla beraber gezmemiş. Sadece onun bir eşeği varmış. Hacı Bektaşı Velinin güzellikleri; Şahsiyetinde ve anlatılarındaymış. Hatta bir gün kaya kiliselerindeki keşişleri ziyarete gittiğinde, Uçhisar’da iki kişi dövüşüyorlarmış. Hacı Bektaşı veli “Müslümanlar, kavga etmeyin, bu size yakışmaz.”Diyerek aralamaya çalışmış, fakat bu arada kendisi de darp edilmiş. Hacı Bektaşı Veli bu olayı kendisi yazdığı Vilayet-i Namesinde bahsetmiştir. Bunun yanında, Moğol istilasıyla mücadelesi olmuş, Yeni Çeri ocaklar onun yolunda yürümüşlerdi. Bu olaylar, hem halkın adamı hem de devlet adamı kimliğini ortaya çıkartmaktadır.

Okuma yazma bilme oranı çok çok düşük olduğu için bazı konularda Osmanlı yetişememiş. Birçok topraklar alırken, sanırım halkın nicelik ve nitelik kabiliyetleri ihmal edilmişti. Türk ulusu töresine çok bağlı olduğu için sular devamlı yolunda akmıştı. Yazısız tarihte anılan birçok bilgi belgelene bilseydi, Osmanlının özü olan Türk Ulusu bilgi ve teknoloji bakımından da yetiştirile bilseydi, şu anki dünya konumumuz çok farklı olurdu. Dönme paşalar, devlet adamları tarafından Türk unsuru aşağılanamazdı. Bu konularda mücadele veren Türk unsurlarına ise cevaplar çok enteresandı; “Bölünürüz ha” Sanki bölünmedik değil mi? Evlad-ı Necip Osmanlıya ihanet etmedi mi? Günümüzde de aynı filmi seyrediyoruz hissi beni hiç yalnız bırakmıyor. Tüm bu olaylar tarihte yaşanmıştır. Göktürk’lerin Göç destanı bu konuda ibretlik olaylarla doludur.

Coğrafya, orada yaşayan insanların kaderi, işi, mesleği oluyor. Bu yüzden lokal mesleklerden istihdamlarda oluşturuluyor. Nevşehir’in tarihinde kervanların bakımı, başta nalbantlık olmak üzere bazı zanaatları ve sanatları ortaya çıkartmıştır. Yöremizde yapılarda kullanıla bilen taşların çıkmasıyla bu sektör hayli gelişmişti. Hanlar, hamamlar, evler bunlara örnek verile bilmektedir. Ustalığın gelişmesiyle bu sanatın basamaklarından olan; Taş taşımacılığı, yonuculuk, duvar örücülüğü başka bir deyişle çırak, kalfa ve usta olunuyordu. Bu durum eğitimin hayat içerisinde verilmesinin bir göstergesi olarak da kabul edile bilir. Her mesleğin kendine göre disiplini ve adabı bulunmaktadır.

Günümüzde oldukça popüler olan Yavaş şehir veya hayatın yavaş akışı geçmiş o günlerin rutiniymiş. Hava temiz, su temiz, insan ise çok kıymetli imiş. Doğayı seven atalarımız bağlarına bir evlat gözüyle bakarmış. Bağlardan çıkan ürünlerden olmayana vermeleri çok sıradan bir olaymış. Bağ-bahçe satılırken çok para verene değil, bağa bakabilene verilirmiş,. Şifacılık kadim zamanlardan kalma bir gelenek olsa da, doğayı tanımak, sevmek ve korumak şifacıların en önde gelen alışkanlıklarıydı. Doğaya bu gözle bakan, elbette insan oda iyi gözle bakardı. Yaptığı hizmetten para almaz, yardım ettiği insanın yüzündeki memnuniyet ve ettiği dua yeterdi. Kim bilir bu adet belki de binlerce yıldan beridir devam ede gelmiştir. Şifacılığa Orta Asya’da kadim dinimizden kalmıştır diyenler olsa da, Şifacılığın insanlık tarihi ile başladığına inanmak gerekir. Zira deneme-yanılma, bilme ve uygulamalar bulunmaktadır. Şifacılığın temel taşı sevmek ve korumaktır.

Bu olguları yaşam biçimini Kızılderililerde de görmekteyiz. Örneğin bir bizon avlayacaklarsa, sadece ihtiyacı kadar avlarlarmış ve hayvandan özür dilerlermiş. Oysa oraya göç eden beyazlar, trenle giderken bile kaç bizon öldüreceğine dair bahislerde bulunurlarmış. Amerika’nın en meşhur adamlarından biri Buffalo Bill’dir. Bir değişle buffalo katili… Kuzey Amerika’da Kızılderililer silah bile geliştirmemişler, zira binlerce yıldır huzur içinde ve mutlu yaşamışlar. Oysa oraya göç eden beyazlar savaşlarla, kıtlıklarla, salgın hastalıklarla mücadeleleri yetmemiş; Tiran krallarla, Lortlarla ve hatta kiliselerin baskılarıyla o günlere gelmişler, Amerika’ya göç bile Avrupa topraklarından kaçıp kurtulmak için yapılmıştı.

Yazının icat edildikten sonra medeniyetin ilerlemesi de artmıştı. Oysa yazı icat edilmezden evvel insanoğlu binlerce yıldır varlığını sürdürmekteydi. Yaşanmışlıklarını Mağaralarda resimler, el aletleri ve bıraktıkları fosillerle adeta bizde yaşadık diyorlar. Dünya var olduktan sonra birçok değişimliklere maruz kalmıştı. Her değişiklik mutlaka doğada izler bırakıyordu. Bitkilerin ve hayvanların varlıkları esas sahne olan doğada yaşanmışlıklar kaydedilmektedir.

Deprem fayları, kıtaların ayrılmaları, yanar Dağların oluşturduğu yükselen dağlar, denizlerin yer değiştirmesi, insanlardan önce yaşamış canlılar ve yok oluşları, geride bıraktıkları izler, Bitki örtülerinin bıraktıkları izler, Dünyanın parçası olan hayvanlar ve bitkiler âlemin in geçirdiği evrimler izler bıraksa da esas izler dünyamızın jeolojik evrimleri daha belirgin değişmelere sahne olmuşlardır. Bu izleri görmek için dağlardaki; Kum, toprak ve kaya katmanlarına bakıldığında yer hareketlerinin o kadim zamanlardaki hareketlerini görmemiz mümkündür. Ne yazık ki, insan medeniyeti ilerledikçe doğaya zarar verme içgüdüsü de artmıştır. Doğa o zamanlar bakir ve zengindi. Belki insanoğlu verdiği zararı düşünememiş de olabilir. Tüm krallar ilk çağlarda zaten tiran yapılılardı. Tarihe mal olmuş bazı düşünürler Tabiatın kıymetini anlatmaya çalışmışlardı. Peygamber Efendimizin “Kıyametin kopacağını da bilseniz elinizdeki fidanı dikin.” Mealindeki Hadis şerif asılında hem yaşadığımız dünyayı ve tabiatını korumanın dışında sosyal bir disiplinin toplamalara kazandırılmasını sağlamaktı. Doğa ise yok olmamak için kendine has mücadelesini inatla sürdürmüş ve kazanan devamlı doğa olmuştur. Bu mücadelelerinde de izleri durmaktadır.

Bilgi, bilimin yazılı kaynaklarıdır. Hatalı, yalan, eksik kayıtlar zamanla mutlaka bilimin yolunda elimine edilmektedir. Onun için bilim esastır. Ancak bilimle alt yapıyı sağlama aldıktan sonra hangi bilim ve sanat dalında yürüyeceksen bilinçli hareket edebilirsin. En azından ben böyle düşünüyorum.

Yazı ve lisan coğrafyalara göre, uluslara göre değiştiği için, Yazılan her yazının aynı mahaldeki yaşanmışlıklar, tecrübeler ve bilgilerin kayıt edilmesi bilgilerin çeşitlenmesine neden olmaktadır. Günümüzde dahi durumun işleyişi aynıdır.

Sümerler, Akad lılar Mısırlılar, Anadolu’da Hititliler gibi medeniyetler oldukça yükseliş göstermişlerdi. Amerika’da bulunan devletlerde (Aztek, İnka) Matematik biliminde oldukça ilerlemeler kayıt etmişlerdi. İzole bir coğrafyada yaşadıkları halde Ana kıtadaki hem cinsleriyle birçok benzerlikler taşıması, insanoğlunun ne kadar çok şey bildiklerini iddia etse de bilmedikleri pek çok bilginin olduğudur. Bu konu uzar gider.

Sözleri işaretlere döküp (Yazı) bunlardan yararlanmak, insanları nasıl yücelttiğini herkes bilmektedir. Doğayı okuya bilmek için insanoğlu tarafından çabalar harcanmaktadır. Bu çabalar kurumlarla sınırlı kalmayıp, halklara indirgene bilirse çok önemli detay bilgilerde elde edilmiş olacaktır. Bu konuya halk bilimini örnek vere biliriz.

Bugün insanoğlu; Edebiyat, sanat, tarih gibi sosyal bilimlerin yanında, matematik, kimya gibi bilim dallarını da yazıyı icat edip okumayla öğrenip çözülmektedir.

Hayatın akışı birçok olguyu yapılamaz hale de getirmektedir. Toplumsal kazanımlar için, orijinal fikirleri olan, araştırma meraklıları, fen fikir insanlar çevre desteği ister, varlık ve avadanlık ister. En önemlisi çevrenin bu uğraşlarla uğraşan fertlerini yüreklendirmesini ister. Gençken güneş eneri sistemlerinde değişimlik ve kolaylıklar sağlamak için çalışmalar yapıyordum. Yöremiz güneş ışınlarının tam alındığı yerdeydi. Fermantasyon enerjisi elimizin altında ve dahi rüzgâr enerjisi de yapılamaz bir şey değildi. Bisiklet farı ile aynı esaslara göre çalışıyordu. Hedefimde ailelerin işlete bileceği seralar vardı. Nebat ekildiği yerde yeşerirdi. Köylülerimiz kendi mekânlarında hem kazancını çeşitlendirir hem gençlerimize istihdamlar sağlardı. Bu durum köyden kente göçün önene de geçe bilirdi.

Bir toplulukta bu çalışmalarımdan söz etmiştim. Yaşça büyük olan birisi “Burası Nevşehir, biz senin dostlarınız. Bu söylediklerini başka yerde söyleme alay konusu olursun.” Demişti. Doğayı okuyup, projelendirip iş çıkartma fikri yetmiyormuş. Bilgilerimin temellerini daha da sağlamlaştırmanın yanında maddi rahatlığında lazım olduğunu öğrendim. Ayrıca inatçı da oluna bilirmiş. Aldığım kültürel terbiye de inadın hiç yeri yoktu. Büyüklerimiz bize kızdıklarında; “Senin inadını kırarım.” Derlerdi. Atasözlerimiz de “Sen sallabaşını, hacıağan bilir işini.” Yine inada karşı söylenmişti. İnat ateşi böyle söndürülüyor da, közü insanla beraber yaşıyor. Bazen insanın içini bile yakıyor. Hayatı doldurmaya Hayat için mücadele yetiyor da artıyor bile… Oysa hayat umarsızdır. Acılar, tatlılar olsa da azgın bir nehir gibi akmaya devam ediyor. İnadından vaz geçenler uslanıyor( us akıl demektir) ama şişmanlıyorlar.