SUNULLAH ARISOY
Değerini bilemediğimiz ozanımız, yazarımız

Her işimi küçük büyük, önemli önemsiz demeden,

şiirsel bir coşkuyla yapmaya çalışmışımdır.

S.Arısoy

Uy anamın evi, baş tacım;

Yağsız hamur aşım,

Yer yatağım,

Döşeksiz sedirim,

Tek odam,

Fakir odam !

Saçını benim uğruma,

Süpürge etti anam !

Tel tel, anıları, tel tel

Yüreğimde tel tel evim !

Senin içinde gelişip, serpildim;

Sendendir saadetim !

Subay çocuğu Sunullah Arısoy 25 mart 1925 günü Şile’de doğdu. Babasının görevi gereği bir süre yaşadıkları Diyarbakır’da Süleyman Nazif İlkokulu’nu bitirdi. O, 9 yaşındayken ailesi, Arısoy soyadını aldı. Üsküdar 1. Ortaokulu’nda okudu. Yıl 1935 idi. Anadolu halkının yaşamını gördü, gözledi, izledi, derinden etkilendi. Haydarpaşa Lisesi’ni bitiremeden geçim dünyasına daldı. Lise eğitimini epey aradan sonra sonuçlandırdı. 24 yaşında, bir ders yılı boyunca (1948-49) İçbatı Anadolu’da bir köyde öğretmen olarak çalıştı ( Kütahya, Tavşanlı, Kızılçukur ). Sümerbank’ Genel Müdürlüğü’nde Ticaret Şefliği, Yayımlar Dairesi Başkanlığı yaptı. 1961’de Meydan Sahnesi’nde oyuncu oldu. Bilgi Yayınevinde, Türk Tarih Kurumu Basımevi’nde yöneticilik yaptı. TDK uzmanı olarak, radyo ve tv için edebiyat izlenceleri hazırladı, Türkçemizin arı duru olması, gelişmesi için çaba gösterdi. Ankara Televizyonu’nda “Bir Güneş Battı” ve “Çağdaş Türk Edebiyatından Örnekler” adlı programları aydınlarca ilgiyle izlendi.

İlk şiiri1941’de Yücel Dergisi’nde yayımlandı. Ayrıca Türk Dili, Aktüalite, Ulus, Dost, Akis’te yazıları çıktı.

Roman: Karapürçek. 1958 ve 1972

Uzun öykü : Tedirginin Biri. 1962,

Güldeste : Yeni Türk Şiiri: Deste. 1951,

Türk Hiciv ve Mizah Antolojisi. 1967,

Türk Hikaye Antolojisi (Yaşar Nabi Nayır ve Mustafa Baydar ile birlikte), 1967,

Şiir kitapları: Garipler Treni 1948.

Muhteşem Kavga : 1951,

Mustafa Kemal Türküsü. 1953,

Yaban Mavisi . 1956,

Dışa Vuran Karanlık. 1961,

Yanlış Yaşadık. 1970,

Sabrın Gülü,1980,

Atatürk, 1987.

Arısoy’un somut, destansı şiirinde ,dileği dostluğa, barışa…

Kardeşçe, aşkla yaşamağa çağırıyor herkesi…

Gene kişiyi baştan çıkartan, nerdeyse delirtecek

Bir yaban mavisinin şavkı vurmuş gökyüzüne ;

Yoksul kavgalardan kurtul da gel gayri,

Koy başını göğsüme, ağlama !

Vurulmuş dört yönünden bir yürekle,

Biliyorum yaşaması zor !

Ama bu yaban mavisi, bu özgür esen rüzgar

Kişiye yeni umut kapıları açıyor !

Bu kuşkonmazın yaşama sevincini görüyor musun ?

Nasıl mutluluk içinde büyüyor !

Bu ak-yeşil yaprakların, güvenle yönelişi ışığa,

Yalnızlığım kadar gerçek, senin kadar güzel, duyuyor musun ?

Ne bulduk bunca yıl, bu göçmen dileklerden ?

Şimdi bu yaban mavisinde benim kurtuluşum !

Ak-yeşil yaprakta, bu özgür rüzgarda, bu gökyüzünde…

Ben gayri yunmuş arınmış, esenlikle uçan bir kuşum !

Yaşamanın gür aklığına selam duruyorum !

Bu yaban mavisinin şavkı altında, herkesi

Sesimin yettiğince ünleyerek

Kardeşçe, aşkla yaşamaya çağırıyorum !

Karapürçek…Arısoy’un tek romanı. Bir kent insanının gözüyle kır, köylü-devlet ilişkileri ve eğitim sorunları… Tek parti hükümetinin son yılı. Demokrat Parti güçleniyor. Ülkede kim muhalif, “Demokrat” diye suçlanıyor. Öğretmenin görev yapacağı yer, Atranos Çayı havzasında bir dağ köyü. Halk, geçimini maden ocaklarında çalışarak sağlıyor. Genç öğretmen, atandığı köyde hiç de ilgiyle, sevgiyle karşılanmıyor. Önceleri karamsarlığa kapılan idealist (mefkureci) öğretmen bir plan yapıyor. Cuma namazında halkın arasına katılıyor. Güya nişanlısı varmış da, ölmüş gibi, onun için mevlit okutuyor. Muhtar Kabak Ali’nin, imamın, köylülerin davranışı değişiyor. Artık o sevilen bir öğretmendir. Ne var ki, eğitimi önemsememektedir köylü. İlkokulu bitiren de bitirmeyen de maden ocağında işçi olacaktır nasıl olsa. Öğretmen, ne yapar eder, köylüyü inandırır. Çabaları sonuç verir: Okuma çağındaki tüm çocuklar okula gelmeğe başlarlar. Okuma çağı geçse de, öğretmen 14-15 yaşındaki güzeller güzeli, prenses edalı Zehra’yı da okula getirtir. Kör Mamıt adında bir maden çavuşu, askerdeki oğluna almak istemektedir genç kızı. Köye geldiği zaman adam, Zehra’nın okula başladığını öğrenince, öğretmene düşman olur. Yalancı tanıklar da bularak , Onu şikayet eder. Suçlama çok basittir : Demokrat, muhalif…Daha ağır suçlama da vardır: Öğretmen, Zehra’ya sataşmaktadır. İlköğretim denetmeni köye gelir. Soruşturma sonucu, öğretmenin bir iftira ile karşı karşıya olduğuna inanır. Kararı olumludur. Fakat o gece, Zehra, öğretmenin tek dam evine gelir. Ağlayarak, öldürülmekten, kaçırılmaktan korktuğunu , öğretmenle birlikte İstanbul’a gitmek istediğini anlatır. Kör Mamıt’ın oğlu sözlüsüdür ama, onu sevmemektedir Zehra. Öğretmen de genç kızı beğenmektedir. Kararsızlıklar içinde bocalar. Zehra’yı izleyen Kör Mamıt’ın tuttuğu adamlar, öğretmenin evinden çıkar çıkmaz Zehra’yı kaçırırlar. Bu olay, denetmenin düşüncesini, kararını değiştirir ; yeni bir yazanak düzenleyerek Kaymakamlık’a bildirir. İlçe yönetimi, öğretmenin görevine son verir. Ertesi sabah, Zehra dağda baygın-yaralı bulunur. Öğretmen binbir güzel duygularla geldiği köyden, elinde bir tahta bavulla, derin üzüntüler içinde , ayrılır…

Uykulu bir sessizlik gerinmektedir;

Köyümün üzerinde, basık ve tek gözlü evlerinin,

Tembel-tembel…

Işığımız yok, yolumuz kapalı, umudumuz az

Uzanmamış, uzanmamış bize yıllarca

Dostça, muhabbetle, mübarek bir el !

İnsafsız bir kış bastırdı ansızın

İnsafsız bir kaderle baş başa…

Ağır ve koyu bir karanlık geliyor

Dağlardan köye doğru…

Rüzgar, dağların hür rüzgarı az sonra ıslık çalarak geçecektir

Dar yollarımızda

Karanlık, çamurlu yollarımızda

Bir aşağı, bir yukarı…

Analar, yorgun kollarında

Ağlayan küçük çocuklar

Dar odalarda,

Gezinecektir: Bir aşağı, bir yukarı !

Her evde üç çocuk, beş çocuk,

Yalınayak, yarı çıplak,

Büzülecek, titreyip de büzülecektir !

( Yarın okula nasıl gelecek ? )

Ocaklarda solgun alevler

Çamur sıvalı duvarlarda

Acayip hayaller çizecek,

Yanık yüzlü,

Karanlık yüzlü erkekler

Yüzlerinde o mağrur, sert çizgiler

Gözlerinde solgun alevler,iri ve nasırlı ellerinde,

Kaçak tütünden sardığı sigara…

Bir derin nefes, bir derin nefes çekecek

Sigaradan, dumanlar ciğerinde…

Bir derin iç çekecek, bir derin “Ah !” edecek…

Aman sorma kardeşim,

Bu iç çekiş,

Bu “Ah!” ediş,

Bu rüzgar, bu ağlayan çocuk,

Bu tarihe sığmaz kahraman : Ana !

Aman sorma kardeşim

Bir şey yer içimi derinden,

Bir şey, gelip tıkanır boğazıma

Ağlayasım var !

( 1949)

Şiirde geçen yer , Karapürçek romanında anlatılan köydür…Bir İstanbullunun, çocukluğunu, ilk gençliğini geçirdiği yerlerden pek de uzak olmayan bir köydeki ilk izlenimleridir bunlar… Işık da yoktur, aş da yetersizdir, yuvalar da çağdışıdır…Arısoy, bu şiiri yazdıktan 9 yıl sonra, bir ders yılı boyunca kazandığı izlenimleri, gözlemleri romanlaştırmış ve kitaplaştırmıştır.

Bir gölge gibi peşimdesin;

İşimdesin, gücümdesin,geceleri,

Düşümdesin !

Yoluna kul, köle olduğum;

Canım kurban,

Kanım helal,

Sevdiğim,

Memleketim !

(1952)

Arısoy’un şiirinde pastoral öğeler yoğundur. Çoban şiiri buna güzel bir örnek olur. Daha deniz görmemiş Bingöl Çobanlarına gönlünü yayla yapan Kemalettin Kamu gibi, Arısoy da Marmara bölgesinin dağlarındaki özgür yaşayışı destanca şiirleştiriyor…

Ben dağlarda büyüdüm;

Dağ çocuğuyum…

Bir dağ gibidir yüreğim:

Yüce, iyi, serin !

Ben dağlarda büyüdüm;

Bir dağ çiçeği gibiyim:

Hür, namuslu ve güzel…

Ellerimin çirkinliğine bakmayın,

Yüzümün yanıklığına…

Dişlerim gibi bembeyazdır

Bütün arzularım…

Bu dağların bütün ağaçları beni tanır;

Bütün kuşlarıyla ahbabım…

Şu en ulusu var ya çamların, taa tepede,

İşte ben bütün ovayı ordan seyrederim,

Orda yatarım,

Türkü söylerim,

Koyunlarımı güderim…

Ben dağlarda büyüdüm;

Küçücükten…

Bu dağlarda her çiçeği koklamışımdır;

Her çalının çizikleri vardır,

Ellerimde ayaklarımda…

Her ağaç, gölgesinde uyuttu beni,serinletti suları, sağolsun !

Gün ışıdı mı önce beni bulur;

Yel esti mi , dağılır önce efkarım,

Dünyadan haberim yok çok şükür,

Yeter bana oğlaklarım, kuzularım…

Bir ovaya bakarım,

Bir gökyüzüne…

Ova, yayılır gider önümde,

Gökyüzü bulutlarla kanatlanır,

Yıldızların hepsi , ne kadar ırak da olsalar

Beni tanır…

Ben dağlarda büyüdüm;

Küçücükten…

Anamı bilmem, dağları bilirim,

Bir dağ gibidir yüreğim:

Yüce, iyi, serin…

Ellerimin çirkinliğine bakmayın

Bir dağ çiçeği gibiyim:

Hür, namuslu ve güzel…

( 1952 )

Eleştirmenler Arısoy şiirindeki gelişmeleri yorumluyorlar: Önce Garip akımını önemsedi. Sonra ikinci Yeni etkisinde yazdı şiirlerini. Giderek halk şiiri özelliklerinden yararlandı. 1960 sonrasında toplumsal gerçekçi şiirler üretti. Karamsar içerikli, kısa kurgulu … Biçim arayışlarını sürdüren şairimiz Divan edebiyatına özgü, gazel benzeri şiirler denedi. Özdemir Asaf ile benzerliği de vardır. Onun gibi kısa, zeka ışıltılı, keskin sözcüklerle özlü anlatıma dayalı şiirler kaleme aldı.

Yazar, yayıncı Remzi İnanç’ı dinleyelim : “ Çalışmaya ve yazmaya başlama tarihi birbirine oldukça yakındır. Eli ekmeğe ve kaleme aynı yıllarda değmiş. Yazmak tutkusu çok erken bulmuş kendisini. 1941 yılında ilk şiiri Vasiyet ve ilk yazısı 18 Yılda Türk Edebiyatı ile adını ak kağıtta görüyor.(…) M S Arısoy denince aklıma ödünsüz kişiliğiyle çalışkan ve “genç” bir adam gelirdi. 65’ini sürüyordu ama, doğrusu hiç göstermiyordu. Çakı gibiydi. Onu yolda yürürken, toplumsal ve kültürel olayları izlerken görmeliydiniz. Rakı içerken, edebiyat, şiir konuşurken bir de. 150 kuruş gündelikli işçilikten, ülkemizin önemli basım kuruluşlarının en üst yöneticiliğine kafasının gücü ve yüreğinin açıklığıyla gelmişti. Düşünce olarak Mustafa Kemal’i çağdaş ölçütlerle değerlendirmiş ve ona bağlanmıştı. Dostların çoğu sosyalist felsefeye yakın olsalar da; o, sosyal demokrat dünya görüşünü benimsemişti. Tabii piyasadaki sosyal demokratların çoğunu kendinden saymıyordu. Türk dilinin, Türkçenin dervişi denebilirdi ona; dilin doğru ve güzel kullanılması, uğraşlarının başında gelen ender edebiyatçılardandı” (2002.kar altında güller var. s. 20-22. Papirüs. İstanbul)

Cumhuriyet’in birinci yılında doğan Arısoy’da Atatürk sevgisi sonsuzluk gösterir. O, öldüğünde 14 yaşındadır ; dayanılmaz acısını şiirleştirmiştir. “ Edebiyat sözlüklerine baktığınızda Arısoy’un önemli bir çalışmasına yer verilmediğini görürsünüz. Atatürk’ün söylediklerini, yazdıklarını günümüz Türkçesine kazandıran çalışma. “Atatürk’ten Bize” adlı bu çalışmanın birinci cildi 1987’de Hürriyet Vakfı’nca yayımlandı. Daha iki cilt var. Atatürk gibi eşsiz bir konuşmacı, usta bir yazar olan devrimcinin yeni kuşaklarca iyi anlaşılması, söylediklerinin, yazdıklarının günümüz Türkçesinden okunmasını gerektirecektir. Arısoy’un hazırladığı çalışma kitaplığımızda baş yeri tutacak niteliktedir (M.Ş.Onaran ).

Her şeyinle varsın, fikrin ve ülkünle

Bir acımız var ki, gözlerine, sesine hasretimizden

O da sensin ölümün alıp yitirdiği…

Yüreğimizde bir kor-ateştir yanar !

“ Gülşen ağlar, bülbül ağlar, gül ağlar. “

Yurt güzellemeleri, güldestelere alınmış şiirleri de vardır Arısoy’un. Bunlarda içli bir sevgi, duygusallık ağır basar. Türkiye için duyduğu kaygı da vardır. Umudu, dileği, beklentisi yücelerden yücedir…

Yurdumun bütün kırları

Baharda yeşerir, güzelim baharda,

Bütün ağaçları, - önce bademler –

Baharda çiçek açar, güzelim baharda…

Ben o zaman sevinirim !

Yurdumun bütün tarlaları

Bereketli, verimli tarlaları

Yaz ortası altın sarısıdır.

Altın sarısı, iri taneli, nur yüzlü başaklar

Sallanır, keyifle, aşkla

Sıcak rüzgarında, yazın

Bir o yana, bir bu yana…

Beni altın sarısı başaklar memnun eder,

Ben o zaman gülerim !

Yurdumun bütün dağları,

Dumanlıdır başları,

Karlıdır,

Yiğitçe nöbet tutar…

Ben dağlarımı bunun için severim 1

Gece, gündüz gönlümce olmalı

Yurdumun gökleri…

Geceleri yıldızlı,gündüzleri ışıklı…

Karanlığı istemem göklerimde.

Ben o zaman şenlenirim !

Bilirim, içim kararır,

Yurdumun bütün yolları

Dileğimce değil…

Bütün yolları Anadolu’mun

Dağ yolundan caddesine dek,

Büyük umutlar gibi, uzanıp gitmedikçe

Benim ayaklarım rahat değil !

Köyleri Anadolu’mun

Dağında, yaylasında, ovasında

Kırkbini birden

Karanlıktan kurtulmadıkça,

Ben, ışıkları sevemem !

Aşı aş olmalı, evi ev ki,

Yurdumuzdaki milyonların,

Lezzeti eksilmesin dilimden

Yediğimin !

Saadeti, huzuru olur ancak

Oturduğum evin…

Gayrisi aş, zehir aşı,

Gayrisi ev, çalı dibi !

Dalında meyve ballanmalı,

Evlerinde gönül şenlenmeli

Pınarından soğuk sular içilmeli,

Yollarında rahat rahat yürünmeli,

Sevinmeli, oynamalı, gülmeli,

Bir gün olup, yurdum gayrı

Cahilsizdir demeli,

Demeli de, ardında kalmamalı gözleri.

Ölürse de, keyf içinde, dileğince ölmeli.

( 1954 )

Karapürçek romanı pek de ilgi görmez. Aydınların ayırdına varamadığı bir küçük kitap olarak kalır. Ancak iki kez basılması da bu ilgisizliği gösterir. Köy öğretmeninin, aydının, yazın erlerinin, öğrencilerin okuması gereken zarif bir kitaptır oysa. Arısoy bir eğitimci değildir ve bunu da savlamaz. O, yalnızca bir ders yılı boyunca öğretmenlik yaptığı köyü anlatmıştır. Mahmut Makal öğretmenimiz, böyle kısa süre öğretmenlik yapan birinin yazdığı romanın gerçekçi olamayacağını ileri sürer ( Vatan Yıllığı, 1960 ). Ne var ki, güzel Türkçemize, kır, köy yazınımıza bir katkıdır Arısoy’un yapıtı…

Öykünü sırtla yürü git uzaklara

Bakma ardına

Niceymiş yalnızlığı korkusuz yaşamak

Akmak, dalgalanmak, coşmak

Var mı, kimlerdenmiş ağlamak

Yüreğinde n’etsen, bir süre sızlayarak

O yer…Orası…Hep o aldatan

Tersyüz edip, ak gösteren kirliliği

Kimliği belirsiz bir koşucu

Atsız, evet, üstelik yayan…

Bakarsın gelirim.

Dingin koyaklarda ağıt yakılmaz

Güvercin gülüşlü geceyi kat önüne

Sabaha varsın

Kekremsi ayva tadındaki

Unut acılarını

Güneşe ulaşırsın

Bakarsın gelirim.

Kuşlara gönül bağla

Kırlangıçlar hep umut taşırlar

Sakalarda ürkek bir türküdür sevi

Sığırcıklar sürüsü

Alıp nerelerden nerelere götüresi

Çılgınsı sevincidir yaşamanın

Dene !

  • Bakarsın gelirim. 1989 )

Sevgi Özel diyor ki: “ Sunullah Arısoy’a birkaç arkadaş “baba” derdik. Gençleri çok seven Arısoy’un hoşgörüsü, sevecenliği, şakacılığı üstüne en yakın dostu Remzi İnanç’tan dinlediğim tatlı öyküleri kendisine anlattırırdım. Kahkahalarıyla böldüğü öykülerinde yaşayan, yaşamayan nice yazar, ozan karışırdı söyleşimize. Sunullah babanın dostluğu güzeldi. Sunullah baba ve onun kuşağı, çoğu kendi kendini yetiştirmiş üreten, araştıran, tartışan, dirençli kişilerdir. Son yıllarda sağlığı iyi değildi. “ Nereden inceldiyse oradan kopsun “ diyerek göğsünün altını gösterirdi. İnançlı bir yazar, ozan ve dosttu. Sunullah Babayı çok arayacağız, çok özleyeceğiz.” ( Çağdaş Türk Dili.24. Şubat 1990.565-567 ss. Ankara)

Dr Mustafa Şerif Onaran’ı dinleyelim : “Yerleşik bir öğrenimden geçmemişti. Geçimini sağlamak için gününü dolduran çeşitli işlerde çalışmıştı. Kimi zaman içkiye sığındığı olmuştu. Gene de nice altından zor kalkılacak çalışmalara zaman ayırabilmişti. Sözcükleri arama gereksemesi duymadan, söyleşinin akışında duraksamadan, dolu sesiyle, özleşme Türkçesinin tadını çıkaran renkli bir konuşmacıydı. Edebiyat adamı olması özelliklerinin üzerinde önce şairdi. Sesli okumaya elverişli bir anlatı şiirini sevdi. Yaptığı bütün işlere o şiirin sıcaklığını yansıtmasını bildi. Yanlış anlaşıldı. Daha doğrusu, hazır yargılardan yola çıkanlar kendi çıkarlarına yarayacak görüşler yakıştırdılar Arısoy’a. Neden çekildi Karaova ’ya ? İnsanlara kırıldığı için mi? Kendisiyle, doğayla, kitaplarıyla baş başa kalmak için mi? Başarıya ulaşmanın bir boyutu da zamanı kullanmaktır. “Yanlış yaşadık” dediği boşa geçen zamanı daha iyi değerlendirmek için mi göçtü Karaova’ya ? “( ÇağdaşTürk Dili. Ocak 1991. 35.1107-1108 ss. Ankara ).

Yazar, ozan Sunullah Arısoy, 1989’da Kuşadası’nda sonsuzluğa yürüdü. Eşi Ülkü Hanım, ozanımızın ömrü boyunca biriktirdiği 8 bin kitabını Kuşadası Eğitim ve Geliştirme Vakfı’na bağışladı. Vakıf, O’nun adına bir kitaplık açtı. KEGEV, 1996’dan bu yana Sunullah Arısoy Edebiyat Ödülü veriyor.

Ozan, yazar Arısoy’u tanıyan, değerini bilen var mı?

Öğretmenim, Türk Dili ve Türk Yazını öğretmenim O’nu tanıyor mu?

Yalnız tanımakla kalmamalı oysa, öğrencisine de anlatıyor mu?

Şiirlerindeki inceliği, içtenliği, arı duru, temiz anlatımı örnek gösteriyor mu?

Bu sorulara olumlu yanıt vermek zor olsa gerektir…

2013 yılı başlarken aramızdan ayrılan Yazar Burhan Günel’in tanıtımıyla bitirelim yazımızı : “Dingin görünüşlü bir beyefendi. Az konuşan, konuşunca dinlemeden edilemeyen, gözlük camlarının arkasındaki gözleri uzaklara, derinlere, kimi zaman uzun uzun kendi içine bakan, biraz mesafeli duran, ama tanıdıkça açılan, pencerelerini aralayan bir kimlik. Arı dil savaşımcısı. Özgürlükçü, toplumcu. İçten ve hesapsız. İnsana saygılı, insancıl. Sonuna kadar yurtsever.

Şiirlerinde sonsuzluğa yürüyüşü Yunusca oldu:

O benim can kuşum, ulu kurtuluşum;

O benim sıcak soluğum, soluksuz acım.

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

                                                         

ÇERÇİ YÖRÜK ALİ

“ Bana taaa şo garşı dağın yamacını gosderen bi el feneri getir.Borcumu öderim haa !”

* Ali Amca, bana bi Hayat Mecmuası, bi de Kerime Nadir’in kitabını getir.Kağıda yazdım,al!”

“ Çerçi ağa, bana şöyle filik geçi yününden bi gazak getir.”

“ Yörali, bi daha gelişinde tahin getir bize. Bekmez çok,yiyen yok. Belki tahinle karınca yirler uşaklar.”

“ Ali ağa, benim mes, lasdik esgidi. Unutma ha, gırkiki numara…”

* Yörali Amca, Gurtuluş Savaşı ödevim var.Adını yazdım kağıda. Bu kitabı al, getir bana.”

“ Yörali, bana bi fes getir bi de Tokat yazması, yimeni, bi de terlik…”

“ Lan çerçi,yaş doksan oldu. Malum ya, firik var,evde…Anlarsın işde…Aman ha,iyisinden hap…”

“ Yörali emmi,sürü peşinde vakit geçmiyor.Ucuzundan bir güccük iradyo…Türkü dinleyim. Öğrenip ben de

söylerim.”

“ Öğretmenim gidemiyor gasabaya. Varmış orda. Bana bi Türkçe sözlük getir, emi! Parasını babam verir.”

Ali derlerdi adına.

Yörük Ali giderek Yörali olmuş.

Bir toplumsal işlevi üstlenmiş kişi. Nereli olduğu karışık. Toroslarda Namrun yaylasından , Bozok diyarında Boğazlıyan taraflarından gelmiş diyen de var, Haymana cihetinden olduğunu söyleyen de. Kendisi de biraz gizemli bırakıyor. “Bırak, millet merak itsin ! ”

Doğrudan açıklamak işine gelmiyor.

Bir katırı var. Sağlam bir binek hayvanı. Yaz, kış demeden köyden köye gider, gelir. Herkesle dosttur. Hiç kırgınlık göstermez. Çocuklar taşa tutar; aldırmaz. Köyün itleri saldırır; değneğiyle savunur kendini. Aklı başında insanlar bilirler ki, “lüzumlu adam”dır. Koruyup kollamak gerek. Ne olur, ne olmaz. Çevresi geniştir. Karakollardaki başefendileri, çarşıağalarını, kaymakamları hep tanır…Kırlık yerde, köyde insanın başına binbir bela gelir.

Katırın üzerinde koca koca çuvallar…İçleri tıkabasa dolu…Binbir değişik öteberi. Giyim kuşam, çerez, deri işi, lastik, kemer, takunya, yemeni, terlik, lokum, pılı pırtı…Kendisi hep yürür…Acır hayvana…Palto malto bilmez. Üzerinde hep bir deri yelek. En soğuk , karlı günlerde bile üşüdüğünü gören olmaz. Sağlıklı bir görünüşü vardır. Güneş vurur karartır, eser çıkar sarartır…Tipi, boran, sıcak, soğuk…Kar, kış, kıyamet…Kaç kez tipilerde ölümden dönmüştür. Anlatır. Dili tatlıdır, bire bin katar da öyle dinletir kendini…

1940’ların sonu…Köylünün Maraşal dediği Amerikan yardımı yavaş yavaş etkiliyor köyleri.

Köylü atını satıyor, kardeşler, emmi uşakları birleşip traktör alıyor. Bu yardımlarla yollar da düzeliyor. Fakat, motorlu araç sayısı pek az. Yörük Ali’nin katırı hala köyler arasında ulaşımı sağlıyor. O, yalnız basbayağı bir çerçi değil, bir iletişim aracı…

Köylü Ömer, komşu köydeki Hacer’e sevdasını yazıyor. PTT ile gönderecek değil ya. Çerçi Ali ne güne duruyor? Elbet pul parası kadar bir ikramiye de cebine konuyor…Artık, heyecanla, yürek çırpıntısıyla gelecek yazılı ya da sözlü yanıt beklenecek…

1950’lerde yapılan her büyük yol artık “Nato yolu”dur. Katır ürküyor kamyonlardan. Çerçi öfkeleniyor. Söğüyor ortalığa, bağıra bağıra…Duyan yok, iyi ki… Toz, duman, mazot kokusu…Bunlar , giderek, ekmeğini elinden alacak mı yoksa? Kasabaya, kente, büyük beldelere gidip gelenler çoğalıyor. Dünya değişiyor, insanların dünya görüşü de ona koşut, değişiyor.

Fakat, yine de çerçilik sürüyor.

Aksaray-Nevşehir-Ürgüp çizgisinde Yörük Ali tek çerçi…

Yedi cihanla barışık…Yaşlı teyzeler, sayıları giderek azalan İstiklal Harbi gazileri, yeni ortaya çıkan Kore Savaşı gazileri, genç kızlar, taze gelinler, mektep uşakları, muallimler, köy muhtarları…

Sağlıklı oluşunu yaptığı işe bağlıyor Yörük Ali.

Yürüyor, kırların temiz havasını alıyor. Varsın kamyonlar yeni açılan yolları toza toprağa belesin, Yörük Ali kestirmeden gidiyor. Herkesin isteğini karşılıyor, kazancı da iyi.” Allah, bin bereket virsin. Çerçiliğin piri Adem Peygambere hamd-ü sena…” Elindekileri , çuvallardakileri paraya çevirdi mi, keyifleniyor. Köylerden çıkınca bir türkü tutturuyor, keyifle…

En çok, karların erimeğe başladığı, güneşin ısıtmağa başladığı günleri seviyor.

Köylerden geçerken çocuklar kar katması yapmış oluyorlar, ona da ikram ediyorlar.

Karlar eridikçe altından otlar çıkıyor, bırakıyor katırını, yayılsın.

Kendisi de oturuyor güneşin alnına; köylünün ikram ettiği yumurtalı, taze soğanlı yufka dürümünü yiyor keyifle…En çok da mahalle arası fırınlarından yayılan çörek kokusu çekiyor:davetkâr…Fırından ekmek çeken kadınlar acıyor; gariptir, yazıktır…Bir ekmeği bağışlıyorlar…Üzerine yumurta sürülmüş, içine peynir konmuş sündülleme de başlı başına bir öğün yerine geçiyor…Sıcak sıcak, köyün kahvesine oturup, çayını içerek yiyor ikram edileni…

Yine yollara düşüyor; istekleri dağıta dağıta. O sanki bir PTT dağıtıcısı, bir kamu görevlisi…

Sonra, köyden çıkınca ,bir türkü tutturuyor bet sesiyle…

Bir yandan da düşünüyor…

Şu köyde falan ağaya “kuşkaldıran hapı”…

Falan karakolda, jandarmaya roman kitabı…

Filan köydeki çilli geline “döl tutma” hapı…

Gelecek ay evlenecek delikanlı için Mükemmel İzdivaç adlı kitap…

Falan köydeki mektebin muallimine , Maarif Müdürlüğü’nün verdiği kutuyu teslim…

Filan köydeki çocuğun istediği defter…

Çeşme başında katırına su içirirken yanına gelen kıza verilecek mektup…

Falan köydeki çocuğa suluboya takımı, resim defteri…

Filan köyün camisinin imamına “Mızraklı İlmihal”…

Çocuğu olmayan geline harnup pekmezi…

Falan köydeki yaşlı emmiye doksandokuzluk tesbih…

Yatılı mektep sınavına girecek çocuğa “imtihan kazandıran kitap”…

Artık çocuk istemeyen köylü delikanlıya “kaput”…

Hep de güllük gülistan değil ortalık.

Bir gün, baktı ki Maccan köyünde dutlar ballanmış. Eser çıktıkça dökülüyor yere. Kuşlar doymuş. Fakat, çerçi biliyor ki, yukarı yayla köylerinde çocuklar kıştan çıkmıştır, pekmezden bıkmıştır, taze meyve isterler. İki sepet buldu hemen. Doldurdu çocukların yardımıyla. Katıra sardı, Eneği’ye doğru yola çıktı. Yörede bazı köylerin ağ paklası ünlü. “Hadi, getirin bir sahan pakla. Bir sahan dut vereyim.” Kadınlar, analarına göstermeden çocuklar, tandırevinden alıp koşturdular sahanları…Değiş tokuş…Güzel güzel giderken alışveriş, askerliğini yeni bitirip köye dönmüş bir delikanlı diklendi.

Oh ne ala memleket çerçi efendi. Sen kimi gandırıyon yav?”

Yörük Ali hiç üstelemedi. Deneyimliydi bu konularda; sınangılı…Hiç tartışma yaşanmamalı…

Tecim işi orada bitti.

Doldurduğu ağ pakla çuvalını katıra yüklediği gibi uzaklaştı…

……………………

Dünya değişiyordu.

Katır sırtında taşınan üç beş parça malla geçim sağlamak zorlaşıyordu.

Düşündü, taşındı. Çağa ayak uydurmak gerekiyordu.

Netmeli, neylemeli! “Ağlıyak da gözden m’olak? Dövünek de dizden m’olak?”

Kayseri’ye gitti. Araştırdı. Tanıdıkları araya koydu. Elden düşme, eski model bir kamyoncuk buldu. Al takke ver külah, anlaştılar. Fakat, ehliyeti yok Yörük Ali’nin. Kamyonun eski sahibi bir delikanlı bindirdi yanına. Kamyoncuğu o sürüp getirdi. Sonra köy yollarında gide gele, sağını solunu vura eze, öğrendi “şüferliği”…Sınava girdi, göstermelik bir sınav…Kazandı…

Bu arada, çok kahrını çekmiş olan katırını da emekliye ayırmıştı. Köy yollarında yüzlerce, binlerce kilometre yol yapmışlardı. Satmağa kıyamadı katırı. Evde kaldı hayvancağız…

……………

Kamyoncuk ile tecim işi Yörük Ali’ye “ağalık” kazandırdı. Saygınlığı arttı. Çocukları da büyümüş, iş güç sahibi olmuşlardı. Ürgüp’te, Gülşehir’de, Aksaray’da birer dükkan açmışlar, tecim işini büyütmüşlerdi. Oturak yaşam öne çıkıyordu. Gezgin satıcılık eski önemini yitiriyordu. Fakat, yine de yayla çocukları, aynı katırın üstündeki çuvalların açılmasını beklerken içlerine çektikleri o kokuyu, şimdi, kamyoncuğun arka kasa kapağı açılırken yapıyorlardı. Karmakarışık bir koku bulutu dışarıya, boşluğa “pavkırıyor”du.

Yörük Ali Ağa yaşı doksan iken artık elden ayaktan kesilmese de dümen kıvıracak halden çıkmıştı. Köylülerle pazarlığın da eski tadı kalmamıştı. Çünkü, herkes radyodan, televizyondan fiyatları öğreniyor, birkaç kuruş farklı olduğunu görünce bir malın, dikleniyor, itiraz ediyordu.

Kabullendi artık çerçilik yapamayacağını Yörük Ali Ağa. Çekildi köşesine. Oğullarını cep telefonuyla izliyor, ayda bir görebildiği torunlarının özlemle yollarını gözlüyor…

Bu arada, oğulları birer TIR filosu sahibi oldu…

O günlerden bize bir güzel deyim armağan kaldı…

Çerçi eşeği gibi kokmak…”