YÖRESEL TARİHİMİZDEN SAYFALAR

         KAVGALAR VE NİZAHLAR

         Kayıt altına alınmayan olaylar ve yaşanmışlıklar çok çabuk unutulmaktadır. Bu unutulmuşluklardan en çok zararı gören ise yöresel tarih oluyor. Zira kitaplar yazmıyor, dillendirilmiyor. Yazılı tarihimiz halkın nasıl yaşadığından çok, sarayları, savaşları ve toplumsal olayları yazıyor. Toplum içinden sivrilmiş devlet adamları, şairler, sanatkârlar, din adamları yazılıyor. Oysa sıradan hayatlar çok renkli ve ders alınacak birçok kritiklerle doludur.

            Toplumları da bu sessiz potansiyel doldurmaktadır. İnsanlarımıza yöresel tarihin kahramanları olan sıradan insanların yaşamları, becerileri, sanatları uğraşıları anlatılacak olsa eminim ki tarih daha renkli ve daha eğitimsel olacaktır.

            Yazısız tarihimiz eskiden; Odalarda, iskemle sohbetlerinde, Ana ninelerin ve dedelerin güzel anlatımlarıyla binlerce yıllık kültürümüzün yanında yöresel tarihimiz anlatılırdı. Tabi bu anlatılar rivayet, anı halindedir. Bu kültür aktarılırken o yaşanmışlıklar efsanelere bürünür en sonunda da masal olur, fanatizme kayar giderdi. Bu sayede insanlarımız çok güzel zaman geçirir, zaman geçirirken de güzel bir şekilde öğrenirlerdi. Rahmetli Anneannem mahallenin kadınlarına ve çocuklarına “Ahmediye” isimli dinimizi, kültürümüzü örneklerle anlatan bir kitap okurmuş. Hadi büyükler dinlerde, maharet çocukları da heyecanla dinlemesini sağlamak gerçekten maharet ve bilgi ister.

            İnsanın fıtratıdır. Bir konuya eğildiği zaman ya bir şey kazanmak isteyecek ya da o konuda kendisini bulacak, yöresel tarih işte böyle bir şey… Anlatılan insanları tanımasa da onların torunlarını, akrabalarını tanırlar, olayın geçtiği mekânları tanırlar. Olaylar olurken kendi neslinin bu olayların neresinde olduğunu merak ederler. Bu konunun en önemli yönlerinden biri de şimdiye kadar hiç işlenmemiş olmasıdır.

            Yöresel tarihimizden yaşanmış kavgalar, nizahlar gibi olaylar ise daha enteresandır. Yapı itibarıyla iyi olmaya bilir. Kavgalar; Egodur, kindir, sözün bittiği yerdir, bazı kimseler için kendini daha sağlam anlatmanın yoludur kim bilir…

            ÇOCUKLAR TEMİZ YÜREKLİDİR.

            Kavgayı, mizahı bilmezler. Sabahtan akşama kadar oynar dururlar, yorulmayı bilmezler. Tehlikeli yerleri pek severler, yaralanabileceğini ve hatta öle bileceğini bilmezler. Öğretmezseniz yalanı dolanı da bilmezler. Yaşanacak hayatın en zevkli bölümünü yaşarlar. O zamanlar çocukların daha özgürce hareket ettiğine inanıyorum. Günümüzde böyle bir şey söylemek mümkün değildir. Bunun yanında çocuklar arası adı konmamış bir rekabet vardı ve günümüzde de devam etmektedir.

            Büyüklerin müdahaleleri çocukları çocukluklarında bırakmayıp, büyüklerin şekillendirilmelerine hayatlarından çok şeyler kayıp etmektedirler. Bu yüzden bir gencimiz yaşlı biri için büyüğümüz dememiş ve bizden önce dünyaya gelmişler demişti. Psikolojinin, sosyolojinin kısacası bütün eğitimin hayatın içinde olması gereğini ortaya koyuyor. Size bir yaşanmışlık sunayım. Hem de birden daha fazla şahit olduğum bir konudur.

            İki çocuk sokakta oynuyordu. Evvel akıllı ve sorumsuz bir yetişkin çocukları çağırır. Sorgulama gibi kısa bir sohbetten sonra çocuklardan birine;

            “Eminim ki şu çocuk seni döve bilir. Güreş tutsan bile seni yere sere bilir.”

            “Ney! Beni mi?..”

            “Evet, seni döve bilir, yere sere bilir. Ne sandın…”

            Yene bilirliği iddia edilen çocuk gururlanırken öteki çocuk aşağılanmış olur. Hani bunu bir büyük söylüyor ya, doğru söylüyordur zahir.

            Çocuklar itişip kakışmaya başlarlar ve nihayet birbirlerine girerler. O evvel akıllının bu olaydan ne tür bir zevk çıkardığını bilmem ama çok zaman yere düşen çocuğun bir tarafı kanar, eli yüzü morarır. Yaşları küçük olduğu için ağlamaya da başlarlar. Az önce oyun oynayıp neşelenen çocuklardan eser kalmamıştır.

                                                           _._

            Bir gün meteriste bir kavga olur. Tabi bu yıllar önce… Polisler kavgaya karışanları toplarken oradaki yaşlı bir adamı da olayı anlatsın diye alırlar. Karakolda komiser yaşlı adama sorar;

            “Dede kavgayı anlatır mısın?

            “Komiserim önce bakıştılar, sonra hırlaştılar. Ondan sonra kemer leştiler (İtişip, kakışma)  Sonra da boğuştular. Derken siz geldiniz.”

            “Yapma dede sen bana insan dövüşünü anlatmadın ki”

            “Yavrum insan dövüşür mü? Konuşur, anlaşır, anlaşamazsa mahkemeye gider. Sen hiç mahkemeye giden insan olmayanı gördün mü?”

                                                           _ ._

            Yer Cumhuriyet mahallesindeki tahta kahve, Zamanda 70’li yıllar. İsmini vermeyeyim bir kabadayı vardı. Boy iki metrenin üstünde tam bir baba yiğit. İşinde gücünde, kendi halinde bir adam. Çatmazsan kesinlikle bela çıkarmaz. Çatarsan da belanı bulmuş olursun. Adam yorulmuş kahvehanede oturmuş çay içiyordu.

            Yeni yetme gençlere ün lazım. Kanları kaynıyor. Kavgayı nizaı bir meziyet sanıyorlar. Hem de en babayiğidini dövüp nam kazanacaklar. Üstelik gençler tam beş kişi, gözlerinden kestirmişlerdi. Kahvehaneye gelirler ve adamın başına dikilirler. Adam;

            “Hayırdır gençler! Bir şey mi var. Çay içermişiniz? Size de söyleyeyim.”

            “Ağa seni döveceğiz. Onun için geldik.”

            “Bir yanlışım mı oldu?”

            Tartışma devam ediyordu. Adam gençleri ciddiye bile almamıştı. Gülüyor ve onları sakinleştirmeye çalışıyordu. Emin olun kavgayı en zayıf halka çıkarır. Gençlerden birisi adamdan habersiz sandalyeyi alır v adamın kafasına geçirir. Gençlerin dediği olmuştu. Kavga çıkmıştı. Bu olayı kavgaya karışanlardan biri anlatmıştı.

            “Hepimiz dayak yemiştik ağzımız burnumuz kanıyordu, kafamız da morluklar da vardı. Lâkin o adamında kafası kanıyordu. Biz amacımıza ulaşmıştık.”

            Sordum; Kafasının kanaması sandalye ile mi oldu?” Sanırım demişti.

                                                           _._

            Bilmem hiç merak ettiniz mi?  Yeni sanayiye giderken, Kültür Merkezinin karşısına “Karabacak” derler.  Bu yöre ismi nasıl verilmiş? Size o günleri anlatayım. Mevkideki çeşme şekil değiştirse de günümüzde mevcudiyetini korumaktadır. Çeşmede ayrıca uzun bir yalakta bulunmaktadır. Zira koyun ve inek sürüleri buradan su içerlermiş. Ali efendi, Kapaklı pınar, Sarı yaprak mevkilerin gidip gelirlermiş. Bu günkü yol bile yokmuş da Acıgöl’e evlerin arasından geçilirmiş.

            Günlerden bir gün çoban sürüsünü Nevşehir’e getirirken, her zaman ki gibi yine sürüsüne su içirmek için çeşmeye gelmiş. Orada 3-5 çadır kurulduğunu görmüş. Çadırın sakinleri çobana oradan def olup gitmesini söylemişler. Çoban itiraz etmiş ve tokadı yemiş. Üzgün ve kızgın bir şekilde Sürüyü evlere dağıtırken durumu da anlatmış. Beddik mahalleliler bu olaya çok kızmış hali hazırdaki gençlerle çeşmeye gitmişler. Zaten varır varmaz kavga hemen çıkmış. O adam peyda olana kadar işler yolundaymış. Tuman giymiş, üst tarafı da kısmen çıplak olan bir adammış. Vücudu simsiyah tüylerle kaplı, sanırsın post… Boy-pos Allah vergisi iri dedikçe iri bir adammış. Kavgaya girmiş. Bunun yumruğunu yiyen yere yıkılıyormuş. Hele attığı taş mutlaka birinin kafasını buluyor ve onu da yıkıyormuş. Bizimkiler anlayacağınız temiz bir dayak yemiş. Sonra araya büyükler girmiş ve ortalık yatıştırılmış.  Adamın tüylü post gibi bacağının adı o günden sonra bizim gençlerimizin dayak yediği mevkie verilmiş.

                                                           _._

            Rahmetli Babaannem hatıralarını anlatırken Rum kızı ile kavgasını da anlatmıştı. Belli sesinin tonunda pişmanlık ta vardı. Bu olayı sonradan akrabalarımdan dinlemiştim. Oldukça ilginçti.  Yıl 1916-17, Babaannem o zamanlar 14-15 yaşlarında gençliğe hazırlanan bir genç kızdı. Ülkem 1. Dünya savaşının içinde çeşitli cephelerde savaştığı zor yıllardı. Hayat her şeye rağmen devam ediyordu. Ermeniler 1915 Yılında anlaşmalar gereği Anadolu’dan gönderilmişti. Rumlar (Karammani Türkmenleri, Hristiyan Türkler) Nevşehir’de yaşamaya devam ediyorlardı. Herkesin de bildiği üzere onlar da 1924 Yılında Mübadeleyle Yunanistan’a gönderilmişler, yerlerine bizim muhacir dediğimiz oralardan Müslüman Türkler gelip yerleşmişlerdi. Yörem yakın tarihimizde iki mübadele görmüştü. (Bu konuyu Nevşehir’de Ermeniler adlı makalemde detaylarıyla anlatmıştım.)

            Kale ve civarı mahal olduğu için çocuklar burada oynarlar, gezinirlermiş. Rumlara da yakın olan bu yöre ve Kahveci Dağı civarında hem Rum hem de Türkleri görmek mümkünmüş. Lâkin birbirlerinin mahallelerine pek girmezlermiş. Zira o zaman bela kokarmış.

            Babaannemin arkadaşları bir gün bir Rum kızından bahsetmişler. Denk getiriyor ve bunları dövüyormuş. Hatta 3-5 kızda dayak yemiş. Bizimkilerin gücü yetmemiş ve o kızdan uzak durmaya çalışıyorlarmış. Babaannem bunları duyunca kızmış ve; “ Bu alaşayı bana gösterin.” Demiş. (Babaannemin çok kullandığı bir hakaret sözüdür. Kavgacı ve bulaşık demektir.) Arkadaşlarıyla beraber kale civarında gezerken Rum kızına rastlamışlar. Babaannem hemen mevzuya girmiş.

            “Benim arkadaşlarımı dövmüşsün, gel bir de beni döv.”

            Kavga kaçınılmaz hale gelmiş. Özgüveni yüksek olan Rum kızı hemen Babaanneme saldırmış. Hesap edemediği ise Babaannemin erkek gibi dövüştüğüdür. Saç saça, baş başa alışılmış kız dövüşlerinden farklı. (Bunu babaannem kendisi söyledi.) Birkaç yumruk tepik yiyince kız mahallelerine doğru kaçmaya başlamış. Peşinden babaannem de koşuyormuş. “Dur kaçma ikazlarını duymamış bile…” Kız can havliyle evine kaçmış, babaannemde kapının önünde “Çık dışarı” diye bağırmış ve beklemeye başlamış. Her dakika kalabalık çoğalıyormuş. Birçok Rum birikmiş ve Babaannem istifini bile bozmamış. Neden sonra kapı açılmış kızın babası saçlarından sürüyerek kızı dışarı çıkartmış ve kendi kızını ağır bir şekilde dövmüş. Sonra da Babaanneme ; “Gönlün olumu? Yeter mi ?” Diye seslenmiş. Babaannem de;

            “Niye dövüyorsun, kolyesi bende kaldı onu verecektim.” Demiş. Haç kolyeyi yere bırakmış ve mahallesine dönmüş. Aradan yıllar geçmişti. Babaannem bu olayı anlatırken; “ Keşke dövmeselerdi. Ben zaten dövmüştüm. Kolyesini verecektim.” Demişti.

                                                           _._

            Kavgalar ve nizahlar iyi bir şey olmasa da yaşanmaktadır. Önemli olan hayatın kendisinden dersler çıkartmaktır. Kitaplar okuyoruz. Yanlışları ve doğruları yazıyorlar. Dini kitaplarımız İslam disiplinlerinden bahsediyor. Temelinde temiz ve huzurlu hayat yaşayalım diye haramı, helali, doğruyu, yanlışı anlatıyor. Geçmiş tecrübelerden yararlanacak olursak yaşayacağımız birçok musibetten uzak oluruz. İnsanın fıtratı mıdır nedir bilinmez ama herkes kendi tecrübesini yaşamak istiyor. Allah iyilerle eş etsin ve saygılar şehrime olsun.

FOTOĞRAFLARLA NEVŞEHİR.

1950’li yıllarda Nevşehir.

Taş evlerin detay görünümleri. Yetiştirme Yurdu üzeri.. Dedeoğlu arşivi

Taş yapılarda çıkartma örneği. Yetiştirme yurdu üzerindeki bayır. Dedeoğlu arşivi

Taş evlerde büyük kemerin görünüşü. Yetiştirme yurdu yanı. Dedeoğlu arşivi

           

 

Nevşehir’in genel görünümü. Dedeoğlu arşivi

Kale Mahallesinde insanlarımız. Dedeoğlu arşivi.

Yıkımdan hemen önce Nevşehir’de incir ağacı. Dedeoğlu arşivi.