NEVŞEHİR  SİMİDİ

‘’  Benim babam 1956-59 arasında burada Nafia müdürüydü. Gençler bilmez belki. Nafia ne demek? Bayındırlık demek. İlk greyder bu vilayete babamın müdürlüğünde gelmişti. 59’un yazında babamın tayini çıktı; ayrıldık buradan. Fakat hiçbir yerde simidin tadını unutamadım. Çat köyünde bir evde ikram edilen sıcak yufka ile yediğim çömlek peynirinin, bir salkım kehribar gibi kızarmış parmak üzümünün  tadını unutamadım.’’

‘’ Buradan Meteris’e doğru bir sokak uzanırdı. Hala duruyor mu o leblebiciler ? İki geçe tümüyle nohutu leblebiye çeviren dükkanlarla doluydu. Ustalar çevire çevire uğraşır dururdu. Yüzleri isli, terli. O dükkanların önünden geçerken dışarıya sıcak leblebi kokusu yayılırdı. Biz bakarken çırak bir avuç leblebiyi getirir, cebimize dökerdi. Elimiz sıcaktan yana yana yer, Ortaokul’a giderdik. ‘’

‘’ Benim çocukluğum da burada geçti. Tahinli simidin tadını başka hiçbir yerde bulamadım.’’

‘’ Ya tava…Azıcık olurdu, amma usta, özel olarak arar bulurdu eti. Onun yağlı kokusu…Üstüne yediğimiz helva…Tadı damağımdadır hala.’’

…………………..

Otobüs bir anda boşaldı.

İstanbul’dan gelmiş konuklar, erkek, kadın- çoğunun yaşı yetmişin üzerinde-  köşe başındaki simit fırınının önünde biriktiler. Herkes üçer beşer alıyordu simidi. Şehrin adıyla anılan simit; uzun uzun…Tahinli simit kızarmış, kahve renkli…Sıcak sıcak…

Hemen orada parça parça,  tadına bakmağa başladılar.

Yüzlerde bir düş kırıklığı… Daüssıla tuzla buz…

’ Tadı yok…’’

‘’ Yahu, kokusu da yok. ‘’

‘’ Yavan…’’

‘’ Adı tahinli ama, mübarek kimya gibi, koklatmışlar sanki.’’

Dikkatle izlediğimi görünce yüzüme bakıp sordular:

‘’ Neden böyle ?’’

Gülümsedim.

‘’ Undan başlayalım…Kızılırmak koyağının Abuşağı köyünün şahman buğdayı değil. Başköy’ün Yavaş Çölü’nün Albustan buğdayı da değil. Dışardan geliyor; raf ömrünü uzatmak için , İçine ne karıştırıyorlar; bilmiyoruz. Kanserojen maddeler de eklenmiş olabilir. Belki ABD ürünü, belki Rus…Su gücüyle çalışan değirmen kalmadı. Hepsi yıkık. Motorlu artık hepsi. Çuval çuval geliyor, fırıncılar satın alıyor. Adı un, ama undan başka her şey. ‘’

Ben yaşta bir beyefendi, yüzünde derin bir üzüntü, simidi kokladı. Sonra bana uzattı. Kaş göz işaretiyle almamı istedi. Bir parça kırdım.

‘’ Su da gerçek su değil. Lisede kimya dersinde öğrendiğimiz H2O değil kullanılan sıvı. Binbir kirleticiye karşı bir salgını önlemek için depolara ne götürülüyor, suya ne katılıyor. Klor mu, başka antimikrobal maddeler mi; bilmiyoruz. Bu konuda görev yapanlar bir eğitim görmüşler mi, emin değilim.’’

Tahinli simit yiyen bir hanımla gözgöze geldik. Hoşnutsuzluğu yüzünden okunuyordu.

’ Tahin…Gerçekten tahin mi? Ülkede susam nerede üretiliyor? Köylü artık kentlileşti, susam yetiştirilmeyince tahin yapan değirmenler de yok oldu. Gerçek tahin ya çok pahalı, ya da tahine benzer bir madde kullanılıyor. Nasıl ki, meyve suyu, örneğin çilek suyu gerçekten o meyvenin ezilmesiyle oluşmuş su mudur?.. Değil; onun gibi. ‘’

O sırada içerden usta çıktı. Üzerinde aklığı gitmiş iş urbası. Yüzünde yorgunluk, adamcağız dökülüyor.

Bir genç kız üzüntüyle baktı ustaya. Elindeki simitten bir parça kopardı, kalanı torbaya geri koydu. Usta bir sigara sarıp tüttürdü.

’ Eski ustalar da yok artık. İşini severek yapan…Emeğinin karşılığını alarak çalışan…Sevgiyle yapılmayan simitte tad mı ararsın, koku mu bulursun ! Vakit olsa da ustayı konuştursak, kim bilir neler anlatacaktı bize.’’

Otobüsün sürücüsü yerinde duruyordu; direksiyon başında; sabırsız; kornaya bastı ardarda iki kez.

Gözleriyle vedalaştı yolcular…

Otobüse binip ayrıldılar beldeden.

Arkadan baktım bir süre…

Alayım mı, almayayım mı; kararsız kaldım.

Derinkuyu’ya  simitsiz döndüm…Çantam boş…

                      ………………………………………………………